31 Temmuz 2011 Pazar

*"YAĞ" ve "ŞEKER"*

İstanbul Sultangazi'de "KANSERE NEDEN OLAN BESLENME ALIŞKANLIKLARIMIZ"
konusunda düzenlediği toplantıda Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL'UN konuşması.


*"YAĞ" ve "ŞEKER"*


*Eğer hayvan merada %100 yeşillikle besleniyorsa, asla başka yabancı gıda
almıyorsa, o tereyağı dünyanın en iyi yağıdır. Zeytinyağından da iyidir. Ama
marketten satın aldığınız tereyağı ahırda beslenen, pancar küspesi, mısır
silajı veya başka tahıllarla beslenen hayvanların yağıdır...*
Sizin sağlığınızı korumak için ne yediğinize bakmanız lazım. İşte temel
hatalardan biri yağ seçimi. * *


[image: Açıklama: zeytinyagi]*[image: Açıklama: tereyagi]** *


*Biz ayçiçek yağı, mısırözü yağı, margarin veya endüstriyel tereyağı
yediğimiz sürece hasta olmaya mahkumuz.*


Elimizde iki tane yağ var şu anda. Bir, zeytinyağı; iki, %100 mera sütünden
yapılmış tereyağı. Peki fındık yağını nereye sokacağız? Bu liste içinde
bakın fındık yağının yağ asit içeriği, yani temel yağ bileşimi zeytinyağına
çok yakındır. Hasta edici bir yağ değildir. Ama zeytini sıkıyorsun, yağını
elde ediyorsun. Fındığı eziyorsun, püre haline getiriyorsun, 80 dereceye
ısıtıyorsun, eter katıyorsan, yağını öyle elde ediyorsun. Hangisi tercih
edilir? Zeytinyağı tabii ki. Yani fındık yağını eve sokmanın bir alemi yok.
Ha zeytinyağının tadına hiç tahammül edemiyorsan o zaman rafine zeytinyağı
kullanabilirsin. O da işte fındık yağıyla aynı yöntemle elde edilir.
Yani *piyasa
değeri olmayan, çok koyu, kokulu zeytin yağlar fabrikaya gönderilir. Onlar
da 70-80 dereceye ısıtılır; sonra da eter katılır; yağ elde edilir. İlk
etapta rafine zeytin yağı elde edilir. Hiç kokusu yoktur, hiç tadı yoktur.
Eğer bu rafine zeytin yağına, %5 oranında sızma zeytin yağı katarsanız, o
zaman riviera tipi zeytinyağı elde etmiş olursunuz.* Hani marketlerde
görüyorsunuz ya, o fabrika eseri bir yağdır; ayçiçekle filan karışmış
değildir. *Saf zeytinyağıdır. Ama neden yoksundur biliyor musunuz? Sızma
Zeytinyağında var olan antioksidanlardan yoksundur. Çünkü oksitlenme, yani
paslanma bütün bizim hastalıkların temelindeki ana unsurdur. *


*Nasıl açık havada bırakırsan demiri yağmurda paslanır,
ama biz ne yaparız, antipas diye bir boya süreriz paslanmasın diye.
Vücudumuzun da antipasları vardır.
Bunlara biz antioksidan diyoruz. *


Antioksidanları ağırlıklı olarak sebze-meyvelerden elde ediyoruz. Zeytinyağı
antioksidanlardan çok zengindir ve kalp hastalıklarına karşı koruyuculuğu
önemli oranda antioksidanlardan dolayı kaynaklanmaktadır. Ama biz onu
ısıttığımız zaman, rafine zeytinyağı elde ettiğimiz zaman, bu unsurları
geniş ölçüde kaybediyor. O yüzden mümkün mertebe sızma zeytinyağı
kullanmalıyız ve çocuklarımıza da bu tadı alıştırmamız lazım.


İkinci temel hatamıza geçmeden birincisi olan yağ seçimini özetlersek, daha
Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinin Trabzon bölümünde, hamsinin zeytinyağı
ile kızartıldığının tarifi vardır. Sen 500 sene önce bu topraklarda bunu
biliyordun. Ama biz, dış etkilerle doğruyu unutturulduk ve yanlışlara
sürüklendik. İşte o yanlışlıklar bizi hastalıklara sürüklüyor. Zaten dünyada
bir tek Akdeniz yöresinde yetişiyor. Şimdi Arjantin'de, Çin'de zeytin ağacı
yetiştirilmeye çalışılıyor. Biz toprağındayız. 5.000 yıldır bu topraklarda
zeytinyağı kullanılıyor. Ne olur biraz özümüze geri dönelim.


*[image: Açıklama: toz_seker]*


*İkinci büyük hata şeker.* Hayatımızda şeker, insanlık tarihi itibarıyla
bakarsanız çok yeni bir olgu.


*Peki şeker bir besin maddesi midir? *
*Değildir.*
Çünkü besin maddesini nasıl tanımlıyoruz? İnsanın bedensel ve ruhsal
işlevlerini ve çoğalmak için, yani neslini sürdürmek için gerekli maddelere
biz besin maddeleri diyoruz. Şeker, insanın herhangi bir işlevini yerine
getirmek için gerekli mi?


*Evet. Beyin glikozla çalışıyor.*
*Omurilik hücreleri glikozla çalışıyor. *
*Eritrosit dediğimiz alyuvarlar glikozla çalışıyor.
Enerji kaynağı olarak glikozu kullanıyor.
Peki dışarıdan şeker alıp da daha akıllı olan bir insan gördünüz mü? *


Hani beyin glikozla çalışıyor ya, şeker yediği için daha akıllı olan bir
insan gördünüz mü? Veya sperm, enerji kaynağı olarak früktozu kullanıyor.
Meyve yiyip de daha müthiş erkek olanı gördünüz mü? Çünkü; * *
*insanın gereksinimi olan glikozu da früktozu da
vücut kendisi üretiyor.
Dışarıdan asla alınmasına gerek yok.
Dolayısıyla biz şeker yediğimiz zaman
tamamen sadece damak zevkimiz için yiyoruz.
Asla hiçbir bedensel ihtiyacımız yok. *


O yüzden şekere boş kalori denir. Yani gereksiz yere aldığımız kalori. E
bugün bakın şimdi son bir hafta içinde yediklerinize, ne kadar boş kalori
aldınız? Çok... Niye?... Hasta olmak için, Sadece hasta olmanıza katkıda
bulundu. *Bir de son zamanlarda pancardan elde edilen şeker de bir yana
bırakıldı; daha ucuz olsun diye mısırdan elde edilen şeker kullanılmaya
başlandı. Fruktozdan zengin mısır şurubu. Ne yazık ki, bizim gıda
tüzüğümüzde farklı şekerlerin farklı adlandırılması zorunluluğu yok.* Şeker
şekerdir mantığıyla ister nişasta bazlı şeker yani mısır nişastasından elde
edilmiş şeker olsun ister pancar şekeri ister ... şekeri olsun hepsinin
üstünde şeker yazılması yeterli.
*[image: Açıklama: sisman]*


Halbuki
*mısırdan elde edilen fruktozdan zengin mısır şurubu,
aynı miktar kaloride bile olsa normal şekere göre
% 46 daha şişmanlatıcı*


Özellikle karın bölgesi yağlanmasına yol açıyor. Bu bilimsel olarak
kanıtlandı.
Dünyanın en saygın üniversitelerinden biri, Amerika'da bir teknik
üniversitenin bir öğretim üyesinin sözünü ödünç alarak size söylemek
istiyorum "Yaşadığımız çağ, akademik kapitalizm." Yani sermaye sahiplerinin
akademisyenleri satın alması sonucu, toplumla paylaşmak istediklerini
akademisyenlere söylettirdikleri çağdayız.. Yani satılmış insanların çağı.
Satılmış bilim insanlarının çağındayız.


*[image: Açıklama: karaciger_yaglanmasi]*


*Üçüncüsü ise karaciğer yağlanması. Ama ne tür bir yağlanma? Alkolizm dışı
bir yağlanma. *O yüzden biz buna alkol dışı karaciğer yağlanması deniyor. Ve
alkol dışı karaciğer yağlanması, özel tipli bir siroza neden oluyor.
Atatürk'ün öldüğü siroz hastalığı var ya. Özel bir tipte siroz hastalığı,
kriptojenik siroz deniyor buna. Amerika'da son otuz yıl içinde üç kat artan
karaciğer kanserinin de kriptojenik siroz sonucu olduğu belirtiliyor. Yani
sonuçta *Amerika'da son 30 yılda üç kattan fazla görülen karaciğer
kanserinin sebebi mısır şurubudur. Bu, bu kadar açıkken bizim bakanlığımız
dün yaptığı açıklamada hiçbir bilimsel kanıt sunulamamıştır diyor. Benim 110
tane bilimsel yayın kullanarak yazdığım, on yedi sayfalık raporu da
çiğneyerek bunu yapmış. 17 sayfalık rapor gönderdim onlara. 110 tane de
literatür ekledim. Ama neoliberalizmdeki iktidarlar sermayenin iktidarıdır;
vatandaşın iktidarı değildir. Yurttaşın iktidarı değildir...*


*Ne olur çocuklarınızı mısır şurubundan uzak tutun.
Hem şekerden uzak tutun ama özellikle de yani gofret, bisküvi kek
dışardan alacağına az şekerli bir keki evde kendin yap.
Yani ambalajlı bir ürün sunmayın çocuklarınıza. *
*[image: Açıklama: misir-surubu]*


*Bugün gıda sanayisinde *
*sadece ve sadece aksi belirtilmediği takdirde mısır şurubu
kullanılıyor. Dondurmalarda o kullanılıyor, hazır aldığınız baklavanın
şerbeti bile mısır şurubundan.*


* *Kartal'da onun fabrikası var Ülker'le Cargill firmalarının ortak
kurdukları bir fabrika. Baklava şerbeti bile oradan geliyor. *Çocuklarınıza
illa tatlı bir şey yedirecekseniz, ne olur evde kendiniz yapın ve
olabildiğince az şekerli yapın. Çünkü total olarak da şeker zararlı zaten,
yani; *
*insanın
zarar görmeden günde tüketebileceği
şeker miktarı 30 gramdolayındadır.
30 gram, 8 kesme şekeri yapar. *


*Ama bu şekerin içinde ne yazık ki meyve de var, bal da var, yani siz
kahvaltıda bir tatlı kaşığı bal yediyseniz, hakkınız 7 ye düştü. Bu
hakkınızı ağırlıklı olarak meyve olarak değerlendirin. *Eğer bugün hiç şeker
yememişseniz, bal dahi yememişseniz, çayınıza hiç şeker koymamışsanız, başka
hiçbir şeker kaynağı da yoksa, 8 kesme şekerin karşılığı 300 gram portakal
veya 300 gram elma veya 400 gram kiraz veya vişne veya 100 gram kadar muz,
incir veya üzüm yiyebilirsiniz. Ama sadece 100 gram. Yani mandalina zamanı
koy hanım önüme bir kilo mandalinayı ben bunu yiyeyim bu sağlıklı değil. Siz
sınırsızca sebze yiyebilirsiniz ama meyve sınırlı yemeniz lazım. Meyvenin
fazlası da şişmanlatır. Ve zararlıdır, karaciğer yağlanması yapar..... Yani
meyve tek başına bile hem karaciğer yağlanması, hem karın tipi şişmanlık
yapabilir. Karın tipi şişmanlığın çok özel bir yeri vardır. Bağırsak
çevresindeki iç organların çevresindeki yağlar hormonal etkin yağlardır ve
bu hormonal etkin yağlar ne yazık ki kanser oluşumunda da, kalp-damar
hastalığı oluşumunda da etkindir. O yüzden *eşit bir şişmanlık, yani kollar
bacaklar her taraf eşit ama karın büyümemiş. Bu şişmanlığa çok itirazım yok.
* * *
*[image: Açıklama: kanser]*


*Karın tipi şişmanlık
eşittir şeker hastalığı,
eşittir kalp hastalığı,
eşittir kanser. *
* *O yüzden göbekler inecek. Göbekler inmediği sürece sağlıklı olma şansımız
yok. Göbekleri indirmek içinde şekerden uzak duracağız. Çünkü *en çok karın
tipi şişmanlık yapan früktozdur*. Bizim yediğimiz pancar şekerinin de yarısı
früktozdur. Yediğimiz meyvenin şekerinin de yarısı früktozdur. Biz früktozu
azaltmak zorundayız. Karın tipi şişmanlığı, dolayısıyla kalp hastalığı,
kanser, inme gibi hastalıklardan kurtulmak istiyorsak karnımız inecek.
- Esmer şeker hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Bakın bütün şekerler esmerdir. Üretim aşamasında karamelize olur. O yüzden
esmerdir ama yıkandıkça üzerindeki karamel atılır, rafine edildikçe
beyazlaşır. Yani senin dediğin *esmer şeker, yediğin beyaz şekerin
üretimdeki bir önceki aşamasıdır. Sadece ticari bir tuzak. Daha yüksek
fiyata satabilmek için ticari bir tuzak......*


Şimdi karaciğer yağlanmasının önemli bir bölümü selim seyredebilir. Yani her
hangi bir sorun yaratmadan da insan ömrünü bununla sürdürebilir. Ama bir
bölümü yine hatalı beslenmenin devam etmesi koşuluyla, yağlı karaciğer
iltihabına dönüşebilir. *Alkol dışı yağlı karaciğer iltihaplanmasıdır bu
hastalığın adı. Ciddi karaciğer yetersizliği, siroz karaciğer kanseri
aşamasıdır. *Bazen yağlı karaciğer iltihabı olmadan da sadece yağlı
karaciğer aşamasında da bazı hastalıklar çıkabilir ama yağlı karaciğeriniz
varsa iki yol var sizin önünüzde; biri nispeten hayatınızı idame edeceğiniz
bir yol öbürü de ölümdür. O yüzden ne yapıp yapıp karaciğer yağlanmasını
tedavi ettirmelisiniz. Bunun da temelinde şekeri tümüyle sıfırlamanız
geliyor. Ancak iki yıl gibi bir süre içinde toparlayabilirsiniz......


*Şeker kesmeyi dile getirdiğimiz zaman
karaciğer yağlanması açısından,
o zaman nişastayı da kesmemiz lazım. *
*Çünkü nişasta, daha ağzımızda çiğnendiğinde tükürükle glikoza dönüşür.
Şekerdir; yani nişasta da şekerdir.*
- Kolesterolün karaciğer yağlanmasıyla bir ilgisi var mı?
- *Kolesterol olmazsa hayat olmaz. Bütün hormonlarımızın ham maddesi
kolesteroldür. O yüzden zaten anne sütünde kolesterol çok yüksektir. *Çocuğun
hormonlarının üretilmesi için başlangıçta anneden aldığı kolesterole
ihtiyacı vardır.
*Kolesterol masum bir maddedir.
Ama oksitlenirse oksikolesterole dönüşür
ve damar sertliği yapar.
Peki oksitleyen ne?
Şeker.*


[image: Açıklama: kolestrol]


Yedikten sonra şeker trigliseride dönüşür. Yağdır o ve o trigliseritten
kolesterolü oksitleyerek damar sertliği yapar bir. İki;
*ayçiçeği yağı,
mısır özü yağı
veya margarinden
elde edilen trans yağ asitleri
kolesterolü oksitler ve böylece
damar sertliği oluşur. *


Üç, yapay yemle beslenen hayvanların sütünde de iç yağı vardır. Damar
sertliği yapıcı doymuş yağ asitleri vardır, bunlar kolesterolü oksitler ve
hasta eder bizleri. Şimdi hayvanın merada otlarsa ayçiçeği yağı mısırözü
yağı margarin kullanmazsan şekeri de azaltırsan senin damar sertliği olma
şansın kalmıyor. Kolesterolün ne olursa olsun. Ama bu bilgi kolesterol ilacı
üreten Amerikan şirketlerinin işine gelmiyor.
*yılda sadece kolesterol ilacı satımından
50 milyar dolar elde ediyorlar. *
[image: Açıklama: ilac]


O yüzden de Amerikan tıbbı bize ne emrediyor? Kolesterol ilacı ver diyor.
Bakın gazetelere yansıyan bir gerçek var. Nasıl bizim Sağlık Bakanlığımız
bir bilimsel kurul kurdu, Amerika'da da böyle bir bilimsel kurul kuruldu ve
"Normal kolesterol düzeyi kaçtır?" sorusuna bilim kurulu yanıt versin
istendi. Ve de normalin çok altı bir değer, 200 mü kabul ediliyor normal,150
gibi bir değer ileri sürdüler. Sonradan ortaya çıktı ki bilim kurulunda yer
alan 9 öğretim üyesinin dokuzu da ilaç şirketlerinden rüşvet almışlar.
- Hocam kızartmalarda ne tip yağ kullanmak gerekir?
- Kesinlikle zeytinyağı, kesinlikle.
- Peki, zeytinyağının yanma derecesi ayçiçeği yağından yüksek midir?
- 240 derece, ayçiçeği yağından çok daha yüksektir. Tava ısısı normal
şartlarda 180 dereceyi çok az aşar. O yüzden rahatlıkla zeytinyağını
kullanabilirsiniz ama dumanlaşma derecesi diye teknik jargonda adlandırılır
*sızma zeytinyağını kullandığınız zaman çok daha düşük derecelerde
dumanlanma görürsünüz. O su buharıdır. Su buharıdır ve içindeki bazı organik
maddeler yanar, koku maddeleri tat maddeleri yanar. O yüzden o, yağın
yandığı anlamında değildir. Ne olur yanılmayın. Yağ yanmıyor. İçindeki bazı
koku, renk maddeleri yanıyor. 240 dereceye kadar dayanan bir yağdır......*


*[image: Açıklama: sise_su]*
*- Bir dinleyicinin elindeki pet şişeden su içtiğini gören hoca,*
*- Şimdi içtiğiniz su ile neler elde ettiğinizi de gözden geçirelim ve bu
günkü toplantıyı kapatalım. *
*O polietilen tereftalat maddesinden üretilmiş
yani pet şişenin içindeki stalatlar
suyun içine karışmış bulunuyor.
Ayrıca o plastiği yumuşatmak için
antimon denen bir ağır metal kullanılmıştır
o da suyun içine karışıyor
dolayısıyla siz hem stalat,
hem de antimon içmiş oldunuz şu anda. *
*Peki, ne yapar bunlar size?* Bunlar hormon bozucular diye geçer. Sizin
vücudunuzda bir takım hormonal bozukluklar yaratır. Bu hormonal
bozuklukların bir bölümü, örnek, östrojen etkisini göstererek 5 yaşında
çocukların adet görmesine sebep olur. *İki buçuk yaşında bir çocuk
getirdiler Lüleburgaz'dan adet görüyor. *İki buçuk yaşında. Hamile bir kadın
östrojen etki gösteren bir hormonal bozucuyu aldığı zaman, o madde *özellikle
bu 19 litrelik su bidonlarında onlar polikarbon denen bir plastiktir ve ham
madde olarak Bisfenol-A denen bir maddeden üretilir. Bisfenol-A'nın meme
kanseri yaptığı 1930 yılından beri bilindiği halde ve 130 tane bilimsel
yayın olduğu halde bunun hakkında hala biz o bidonlardan su içmeye mahkum
bırakılıyoruz. *Bisfenol-A hamile bir kadının karnındaki çocuğun beynindeki
cinsiyet ayrım merkezine gittiğinde *çocuğun homoseksüel olma olasılığı çok
yükseliyor. Meme kanseri riski çok yükseliyor erkekse prostat kanseri riski
normal bunla temas etmemiş insana göre 3 kat artıyor. *
*Yani musluk suyu için Allah aşkına.*
- Arıtıcılar hocam?
- Paranız varsa arıtıcı kullanın. Ama paranız yok arıtıcı alamıyorsunuz,
musluk suyu için.
*Musluk suyu
İstanbul'da kullandığınız
plastik şişedeki su hangisi olursa olsun
100 kat iyidir. *


İSKİ'nın her ay İstanbul'daki bütün su havzalarının sağlık raporları
internette yayınlanıyor. Biz geçen sene NTV'de bir su programı yapmıştık ve
NTV Yıldız Teknik Üniversitesinde piyasadan topladığı suları bakteriyolojik
incelemeye gönderdi. Hepsinde mikrop çıktı. Hepsinde istisnasız. Yani siz
sağlıklı olsun, temiz olsun çocuğum mikropsuz su içsin diye mikroplu suyu
paranızla içiyorsunuz. Bıraktım vazgeçtim mikroptan, kanser yapıyor.
Almanya'da geçen sene ocak ayında Avrupa birliğinin gıda güvenliği merkezi
vardır EFSA ocak 2010a kadar Bisfenol_A'nın sağlık sakıncası olmadığını
iddia ediyordu. Ama toplum baskısıyla mayıs ayında biz bu işi araştıracağız
dediler ve ekim ayında biberonlarda Bisfenol-A'nın kullanımını yasakladılar.
Tamam, da biberonda yasakladın e çocuğuna Bisfenol-A'lı su bidonundan su
katmıyor musun mamasını hazırlarken?*Isı ve zaman etkisiyle plastiğin
defalarca kullanılmasıyla Bisfenol-A'nın suya geçiş oranı çok artıyor. Şimdi
su ısınmaz ki diyeceksiniz. Arizona'da yapılan bir çalışmaya göre
şehirlerarası su nakli sırasında kamyon içerisindeki su 80 dereceye kadar
ısındığı saptanmıştır. 80 dereceye ısınan su o plastikten ne kadar madde
çözüyor biliyor musunuz? Sizi de sülalenizi de kanser etmeye yeter.
Antalya'da yazın açık havada duran suyun derecesi kaç acaba? Banyo bile
yapamazsın o kadar sıcak suyla. Ne olur musluk suyu kullanın. Bırakın şu
plastikleri.*
- Hocam bazı yiyecekleri plastik poşetlere koyup buzluğa atıyoruz . bu da
sakıncalı mı?
- Şimdi bakın naylon folyo polietilen denen bir maddedir ve polietilenin bu
güne kadar bir sağlık sakıncası saptanmamıştır. Daha büyük sorun yoğurt
kapları. Mesela *bazen çay içiyoruz köpük gibi bardaklardan veya uçağa
bindiğimizde şeffaf cam gibi çıt diye kırılan plastik bardaklar var hem o
polystryne hem köpük gibi olan bardaklar da polystryne onlardan stryne
çayımıza geçiyor o da kanser yapıyor.*


[image: Açıklama: plastik_kod]


Şimdi plastik yoğurt kaplarında, ben anlata anlata zannediyorum bazı
firmalar artık polipropilen kullanmaya başladı. *Kabın altına baktığımız
zaman veya yanına baktınız zaman bir üçgen göreceksiniz. Üç oktan oluşan bir
üçgen. Bu geri dönüşüm işaretidir. O üçgenin içinde bir sayı yazar. 5 numara
polipropilendir altında da zaten PP yazar. Yoğurt alırken artık markaya göre
değil kullandığı plastiğe göre tercihinizi yapın. Ben her yoğurt almaya
gittiğimde maalesef aynı firma farklı marketlere farklı plastik
gönderebiliyor. Daha ucuz marketlere adi plastiklerde, lüks semtlerdeki
marketlere daha kaliteli plastikte gönderiyor. Ne acı. Yani ayırım yapıyor.*
- *Yani hocam üçgenin içinde 5 miyazması lazım?*
*- Evet polipropilen*
- 1,5 litrelik su şişelerinde 1 yazıyor.
- Evet, işte o PET polietilen tereftalat, kötü, 1 numara kötü. Evde 19
litrelik bidonların altına bakın. Onda da 7 yazar. 7 diğer plastikler
anlamına gelir. Diğer plastiklerin içinde 6-7 farklı plastik vardır
bunlardan bir tanesi de polikarbondur onun için üçgenin altında PC
kısaltması vardır.
Bu günlük de bu kadar.....


Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL

7 Kasım 2009 Cumartesi

Kutu Sütler Tehlike mi Saçıyor?

Bağımsız Süt Platformu

http://www.sutplatformu.com/okul-sutu-projesinde-cocuklar-ne-icecek.htm

Kutu Sütler Tehlike mi Saçıyor?


UHT kutu süt üreticileri TV'lerde sürekli reklam yaparak sokakta satılan sütlerin ne kadar sağlıksız, kendilerininkinin ne kadar sağlıklı olduğunu belirtiyor. Ancak okuyacağınız yazılar UHT kutu sütlerin karşısında.

Tartışma başlatan yazı vejetaryen.net sitesinde Hakan Arabacıoğlu'nun çevirisini yaptığı PASTORİZE Mİ ÇİĞ Mİ? başlıklı yazıyla başladı. Ardından İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Aydın, sütün, çok faydalı bir içecekken pastörizasyon, yüksek ısı uygulaması (UHT) ve homojenizasyonla çok zararlı bir ürün haline geldiğini söyledi. Çeşitli TV programlarında ve internet sitelerinde büyük yankı yaratan bu görüşler TV'lerde de tartışıldı. Ancak TV'lerdeki bu tartışmalar tek taraflıydı ve asıl iddia sahiplerinin çağrılmamış olması, bu TV programlarının UHT kutu süt satıcısı firmaların reklam gelirini kaybetmek istemeyen TV lerin inanırlığını da gölgeledi. Son olarak Trakya Bölgesi Veteriner Hekimleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Veteriner Dr. Olcay Karaman, son zamanlarda UHT süt konusunda bazı televizyon kanallarında yayınlanan reklam kampanyalarını eleştirerek, bu reklamların süt tüketicilerini yanlış yönlendirdiğini ve süt üreticilerini olumsuz yönde etkilediğini belirtti.

Biz sizlere işte bu büyük yankı uyandıran 3 görüş ve iddiayı sunuyoruz. Bunun karşısında UHT süt üreticileri, iddia sahiplerinin bulunmadığı ve kendilerinin reklam parası ödedikleri TV programlarıyla değil, gerçek delillerle biz tüketicilere inandırıcı kanıtlarla UHT kutu sütlerin yararlı olduğu hakkında bilgi vermeliler. Çünkü UHT kutu sütlerin tamamen ticari ve zararlı olduğu konusunda tüketicide çok fazla kuşku uyanmış durumda.

UHT Kutu Sütlerin Zararları Hakkında Birinci Görüş

Şimdi batı diyetinde en çok tartışmaya konu olmuş ve yanlış anlaşılmış kısma geldik.
Doğulular ve Afrikalılar geleneksel olarak, müshil amaçlı kullanımı hariç sütten uzak durmuşlardır. Ama batı dünyasında insanlara hayatları boyunca her gün süt içmeleri söylenir.
Doğaya baktığımızda, yavruların diğer yiyeceklerle sütten kesildiği zamana kadar yalnızca sütle beslendiğini görürüz. Sütün sindirimini sağlayan laktaz enziminin, ergenliğe geçişle birlikte insan sisteminden kendiliğinden yok olması; yetişkin insanların süte besin olarak kaplanlardan ya da şempanzelerden daha fazla ihtiyacı olmadığını gösteriyor.

Süt, çiğ olarak tüketildiğinde tam protein besin olmasına rağmen yağ da içerdiği için kendinden başka bir besinle zor karışır. Buna rağmen günümüzde yetişkinler diğer yiyecekleri devamlı soğuk sütle "yıkarlar". Süt mideye girdiğinde hemen kesilir ve mevcut başka bir yiyecek varsa kesilmiş süt tanecikleri diğer yiyecek taneciklerinin etrafında pıhtılaşır, onları mide özsularından yalıtırak sindirimi geciktirir, çürüme başlangıcına ortam sağlar. Bu yüzden süt tüketimi ile ilgili ilk ve en önemli kural şudur: "Ya tek başına iç, ya da içme."

Bugün süt, içindeki doğal enzimleri yok eden ve nazik proteinleri değiştiren pastörizasyonun her yerde uygulanması yüzünden, daha da sindirilemez hale gelmiştir.

Çiğ süt, sütün sindirimini sağlayan laktaz ve lipaz aktif enzimlerine sahiptir. Canlılığını yitirmiş laktazı ve diğer aktif enzimleri içeren pastörize süt, yetişkin mideler tarafından gerektiği gibi sindirilemez.

Şişeyle beslenen bebeklerin yaşadığı karın ağrısı, pişik, solunum rahatsızlıkları, gaz ve diğer rahatsızlıkların da gösterdiği gibi çocuklar bile bu konuda sıkıntı çeker. Enzimlerin eksikliğinin ve hayati proteinlerin değişmesinin, sütteki kalsiyumu ve mineral elementleri erittiği de kuşku götürmez.

1930'larda Dr. Francis M. Pottenger, pastörize ve çiğ sütle beslenmenin 900 kedi üzerindeki etkilerine ilişkin 10 yıllık bir çalışma yürüttü. Bir grup yalnızca çiğ süt alırken, diğer grup aynı kaynaktan alınan pastörize sütle beslendi.

Çiğ süt içen grup kuvvet bularak büyüdü, hayatı boyunca sağlıklı, aktif ve canlı kaldı ama pastörize sütle beslenen grup kısa süre sonra durgun, sersem ve normalde insanlarla ilişkilendirilen kalp krizi, böbrek yetmezliği, tiroit bozukluğu, solunum rahatsızlıkları, diş kaybı, kemik zayıflığı, karaciğer iltihabı gibi kronik yozlaştırıcı rahatsızlıklara karşı savunmasız hale geldi.

Ama Dr. Pottenger'in en çok dikkatini çeken ikinci ve üçüncü nesillere olanlardı.
Pastörize sütle beslenen grubun yavrularının hepsi pastörize sütten kalsiyum emiliminin olmadığını gösteren zayıf ve küçük dişler, kalsiyum eksikliğinin açık ifadesi olan güçsüz kemiklerle doğdular. Çiğ sütle beslenen grubun yavruları ebeveynleri gibi sağlıklı kaldı.
Pastörize sütle beslenen grubun üçüncü kuşak yavrularının birçoğu ölü doğarken, kurtulanlar ise kısırdılar ve üreyemiyorlardı. Çiğ sütle beslenen grup soyunu sürdürürken, pastörize sütle beslenen grupta dördüncü nesil olmadığı için deney bitmek durumunda kaldı.
Eğer bunlar pastörize sütün zararlı etkilerinin yeterli kanıtı değilse, ticari süt endüstrisinin kabul etmekten tiksindiği, kendi annelerinden alınan pastörize sütle beslenen buzağıların genellikle 6 hafta içinde öldüğü gerçeğini dikkate alın.

Çiğ sütün lehinde, pastörize sütün aleyinde bulunan bu gibi bilimsel kanıtlara ve yirminci yüzyılın başlarına kadar insan türünün çiğ sütle beslendiği gerçeğine rağmen bugün Amerika'da birkaç eyalet hariç çiğ süt satmak yasal değildir.

Doğal niteliklerinden uzaklaştırılmış süt, insan ömrünü uzatmada hiçbir fayda göstermezken; sütü pastörize etmek raf ömrünü uzattığından süt endüstrisi için daha karlıdır. Dahası, pastörizasyon hepsini olmasa da bazı tehlikeli mikropları öldürerek sıhhi olmayan mandıralardaki hasta ineklerden alınan sütü göreceli olarak "zararsız" hale getirir ve bu da süt endüstrisinin maliyetlerini azaltır.

Dr. Pottenger'in pastörize sütle beslenmiş kedilerinin kısırlaşması ve gücünü yitirmesi için yalnızca üç kuşak geçmesi yeterli olmuştur. Amerikalıların ve Avrupalıların neredeyse aynı sayıdaki kuşağı pastörize sütle beslenmiştir. Bugün, kısırlık Amerikan çiftleri için başta gelen sorunlardan biriyken; kalsiyum eksikliği de öyle yayılmıştır ki, Amerikalı çocukların yüzde doksanı kronik diş çürümesi sorunuyla karşı karşıyadır.

İşin daha kötüsü, şimdilerde kaymağının ayrılmasını önlemek için süt "homojenize" ediliyor. Bu, yağ moleküllerinin sütün geri kalanından ayrılmayacağı noktaya kadar mayalanmasını ve öğütülmesini gerektiriyor. Ama aynı zamanda bu durum, süt yağının küçük parçacıklarının ince bağırsağın duvarından kolayca geçmesine izin vererek, doğal niteliğini kaybetmiş yağ ve kolestrolün vücut tarafından emilme miktarını büyük oranda arttırıyor.

Aslında homojenize sütten, saf kremadan aldığınızdan daha fazla süt yağı alırsınız!Kemik erimesi rahatsızlığı olan kadınların pastörize süt ürünleri ile ilgili gerçekleri dikkate almaları gerekir. Doğal niteliklerinden uzaklaştırılmış bu süt, bu durumu önlemek için yeterince kalsiyum sağlamaz.

Büyük miktarlarda pastörize süt ürünleri tüketen Amerikalı kadınlar, dünyanın en yüksek sayıdaki kemik erimesi vakalarından muzdariptirler.

Örneğin, çiğ lahana; herhangi bir miktar pastörize süt, yoğurt, çiftlik peyniri veya doğal niteliği bozulmuş diğer süt ürünlerinden daha fazla kalsiyum sağlar.

Kuzey Dakota'nın Grand Folks şehrindeki İnsan Araştırma Merkezi'nde yapılan yeni çalışmalar gösteriyor ki, boron elementi kalsiyumun besinlerden emilmesinde ve kemik yapımında kullanılmasında temel bir role sahiptir.

Daha da dikkate değer bir nokta şudur: Yeterli miktarda boron verildiğinde kadınların kanındaki östrojen seviyesi, Batı'da kemik erimesine karşı genel bir geçici önlem olan östrojen yenileme terapisine duyulan ihtiyacı ortadan kaldırarak, iki katından daha fazla arttı. Boronu nereden bulabiliriz?Özellikle elma, armut, üzüm, fındık, lahana ve diğer lifli sebzeler gibi kasiyumu da bulduğumuz taze meyve ve sebzelerden. Doğa zaten ihtiyacımız olan hayati besin kaynaklarının tümünü birbirini tamamlayan şekilde bolca sağlamıştır ama insan onları öldürene kadar pişirmekte ve işlemekte ısrar eder ve sonra diyetinin neden "işe yaramadığını" düşünür durur.
Yetişkinler harika bir besin olan çiğ sütü temin edemedikleri sürece, günlük diyetlerinde yer alan sütü yeniden gözden geçirmelidirler.

Çocukları "güçlü ve sağlıklı" büyüsünler diye pastörize sütle tıka basa doldurmak düpedüz deliliktir, çünkü en basitinden, onlar içindeki besinleri ayrıştıramazlar.

Aslında, doğal niteliğini yitirmiş süt ürünleri, bağırsakları tabaka tabaka balçık gibi çamurla tıkayarak organik besinlerin emilimine engel olduğundan; erkekler, kadınlar ve çocuklar diyetlerindeki tüm pastörize süt ürünlerini çıkarmalıdırlar.

İnek sütü buzağılar içindir ve bebekler de sütten kesilene kadar anne sütüyle beslenmelidir. Doğa her iki tip sütü ve sindirim sistemini buna göre tasarlamıştır.

Anne ineğin pastörize sütü ile beslenen buzağıların genellikle 6 hafta içinde öldüğü bilimsel olarak belgelenmiştir ki, bu da pastörize inek sütünün buzağı için olduğu gibi, insan için de sağlığa yararlı ve hayat veren bir besin olmadığını gösterir. Buna rağmen, yetişkin insanlar doğal niteliklerinden uzaklaştırılmış bu salgıyı hem bebeklerine içirirler hem de kendileri tüketirler.
İnek sütü, insan sütünün 4 katı protein ve sadece yarısı kadar karbonhidrat içerir. Pastörizasyon, inek sütünün içinde bulunan yoğun proteinin sindirilmesini sağlayan doğal enzimi yok eder. Böylece; bu fazla süt proteini, bağırsakları çamurla tıkayarak, insanın sindirim yolunda çürür.

Bu çamurun bir kısmı kana sızar. Süt ürünlerinin günlük tüketimleriyle bu kokuşmuş çamur biriktikçe, vücut çamurun bir kısmını deriden (sivilce, leke ile) ve ciğerlerden (nezle ile) dışarı atarken kalanı içeride iltihaplanır, enfeksiyonlara sebep olan mukoz oluşturur, alerjik tepkilere yol açar, eklemleri kalsiyum tortularıyla sertleştirir.

Kronik astım, alerji, kulak enfeksiyonları ve sivilcenin birçok çeşidi süt ürünlerini diyetten çıkarmakla kolayca iyileştirilebilir.

İnek sütü ürünleri özellikle kadınlar için zararlıdır. Süt kadınların vücudundan dışarı akmalıdır, içeri değil. Pastörize inek sütünün kadınları güçten düşüren etkileri, süt üretimini arttırmak için ineklere enjekte edilen sentetik hormonlarla daha da şiddetlenir. Bu kimyasallar titizlikle dengelenmiş dişi endokrin sistemine çok zarar verir. Besin ve İyileşme (Food and Healing) adlı kitabında besin terapisti Anne Marie Colbin süt ürünlerinin kadınlar için yarattığı felaketi şöyle açıklar: "Süt, peynir, yoğurt ve dondurma gibi süt ürünlerinin tüketimiyle; yumurtalık tümörünü ve kistlerini, vajinal akıntıları ve enfeksiyonları da kapsayan dişi üreme sistemindeki çeşitli hastalıklar kuvvetle bağlantılıdır. Bu bağlantının, süt ürünlerinin tüketimine son verdiklerinde problemlerin azaldığını veya yok olduğunu bildiren tanıdığım sayısız kadın tarafından defalarca doğrulandığını görüyorum. Lifli tümörlerin geçtiğini veya dağıldığını, rahim kanserinin durduğunu, ade üzensizliklerinin düzeldiğini duyuyorum. Kısırlık bile bu yaklaşımla birkaç örnekte ortadan kalkmış görünüyor." Birçok kadın ve erkek, doktorları iyi bir kalsiyum kaynağı olduğunu söylediği için süt ürünleri tüketiyor. Bu batıl bir tavsiyedir.

Doğrudur, 100 gramında 33 gram kalsiyum bulunan insan sütü ile karşılaştırıldığında, inek sütü her 100 gramında 118 mg kalsiyum içerir.

Ama ayrıca, inek sütü 100 gramında insan sütünde 18 mg bulunan fosfordan 97 mg içerir. Fosfor, sindirim yolunda kalsiyum ile birleşir ve aslında kalsiyumun emilimini önler.
New York Devlet Üniversitesi tıp merkezinin pediatri bölüm başkanı Dr. Frank Oski şöyle diyor: "Yalnızca Kalsiyum-Fosfor oranı 2-1 olan besinler temel kalsiyum kaynağı olarak kullanılmalıdır. İnsan sütünün oranı 2.35'e 1, inek sütününki yalnızca 1.27'ye 1. İnek sütü ayrıca 100 gramında 16 mg sodyum içeren insan sütü ile karşılaştırıldığında 50 mg sodyum içerir, yani süt ürünleri muhtemelen modern batı dünyası diyetinin en yaygın aşırı sodyum kaynaklarından biridir."
Bununla beraber, inek sütü daha iyi sindirilen ve sağlığa yararlı olan diğer besinler kadar iyi bir kalsiyum deposu değildir. 100 gramında 118 mg kalsiyum bulunan inek sütünü diğer besinlerin 100 gramı ile karşılaştırın: Badem (254 mg), brokoli (130 mg), kıvırcık lahana (187 mg), susam tohumu (1,160 mg), bir tür su yosunu olan kelp (1,093 mg) ve sardalya balığı (400mg).
Kemik erimesine gelirsek, bunun daha çok beslenmedeki kalsiyum eksikliğinden değil, özelikle şeker gibi kemiklerden ve dişlerden kalsiyumu süzen beslenme etkenlerinden kaynaklandığını görürüz.

Şeker, et, rafine nişasta ve alkolün tümü, kanda sürekli bir asit ortamı yaratır ve asidik kanın kemiklerden kalsiyumu çözdüğü bilinir. Osteoporozu düzeltmek için en iyi yol, yukarıda belirtilen süt ürünü haricindeki kalsiyumca zengin besinleri tüketirken aynı zamanda kemiklerden kalsiyum çalan asit arttırıcıları diyetten çıkarmaktır. 3 mg boron minerali takviyesinin de kemiklerin kalsiyumu emmesine ve tutmasına yardım ettiği görülür.
Geleneksel Çin tıbbı açısından bakarsak, süt bir çeşit "cinsel öz"dür. İnsan türünün başka bir türün cinsel özünü içmesi özellikle kadınlar için sadece hastalığa yol açar, çünkü içerdiği hormonlar insanın endokrin sisteminin hassas dengesini bozar. Eğer süt ürünleri içmekte ısrarlıysanız, en iyi tercihiniz insan sütünün besinsel karışımına ve dengesine yaklaşan keçi sütü olmalıdır. İnek sütünden yapılmış yegane tehlikesiz ürünler sindirilebilen bir yağ olan taze tereyağı, laktobakteri tarafından sizin için önceden sindirilmiş taze mayalanmış yoğurttur. Ama bunlar bile makul ölçülerde ve mümkünse çiğ, pastörize olmayan sütten yapılmış olmalıdır.
Kaynak: www.hps-online.com - Food & dieting - The science of food combiningMilk and dairy www.hps-online.com - Food & dieting - Food profiles DairyÇeviren: Hakan ArabacıoğluBu yazı, çeviren Sn. Hakan Arabacıoğlu'nun izniyle sitemizde yayınlanmıştır.

UHT SÜTE KARŞI ÇIKAN İKİNCİ GÖRÜŞ

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Aydın, sütün, çok faydalı bir içecekken pastörizasyon, yüksek ısı uygulaması (UHT) ve homojenizasyonla çok zararlı bir ürün haline geldiğini söyledi.
Prof. Dr. Ahmet Aydın, AA muhabirine yaptığı açıklamada, sütün raf ömrünü uzatmak için yapılan pastörizasyon ve UHT'nin bazı hastalık yapan bakterileri ortadan kaldırırken, faydalı bakterileri de yok ettiğini söyledi.

Sütün içindeki faydalı bakterilerin hastalık yapmadıkları gibi, birçok hastalığı da önlediğini, sütün kesilmesini ve ekşimesini sağladığını ifade eden Aydın, ''Süt, çok faydalı bir içecekken pastörizasoyon, UHT ve homojenizasyonla çok zararlı bir ürün haline geliyor'' görüşünü dile getirdi.

Ahmet Aydın, pastörizasyonun, sütün vitamin ve mineralle zenginleşmesini engellediğini, sindirim enzimlerini tahrip ettiğini ileri sürerek, ''Tahrip olan ve sindirilmeyen protein parçacıkları, bağırsaktan kanımıza geçiyor, vücut da bunları düşman olarak algılıyor ve bağışıklık sistemini tahrip ediyor. İnsan vücudu tahrip oluyor ve alerjik hastalıklara, bağışıklık sistemi hastalıklarına, romatizmal hastalıklara neden oluyor. Çocuklarda görülen kronik orta kulak iltihabının altında da süt kullanımı vardır'' diye konuştu.

Homojenizasyon sırasında uygulanan basıncın süt proteinlerinin moleküler yapısını büyük ölçüde değiştirdiğini kaydeden Aydın, molekül yapısı değişmiş proteinlerin immün sistemini aşırı uyardığını ve çocuğun ileride diyabet, astım ve multiplskleroz gibi ''otoimmün-kendi dokularını tahrip edici'' hastalıklara yakalanmasına yol açtığını iddia etti.

Prof. Dr. Aydın, sütün iyi bir kalsiyum kaynağı olmadığını savunarak, ''Bizim gibi ülkelerde laktaz eksikliği çok fazladır. Bu nedenle bizim gibi ülkeler yoğurdu bilir, yoğurt ihtiyaçtan doğmuştur. Batı ülkeleri yoğurdu bilmez, çünkü onlar süt şekerine daha eğilimlidirler'' dedi.

SÜT, KEMİKLERİ SAĞLAMLAŞTIRIR MI?

Aydın, ''Süt, sağlam kemiklere neden olur'' yargısının da kırılması gerektiğini belirterek, sütün kemikleri sağlamlaştırmadığını, tahrip ettiğini savundu.

Sütün kalsiyum miktarının yüksek olduğunu, ama iyi emilebilmesi için yeterli kalsiyum-fosfor dengesini tutturamadığını ifade eden Aydın, şöyle konuştu:

''Çünkü kalsiyumun emilebilmesi için fosforla belli bir oranı tutturması gerekiyor. Maalesef sütte bire bir gibi oran vardır ve kalsiyum, fosfor iyi emilmez. İyi emilmediği zaman da kana geçmez. En çok süt tüketen ülke ABD'dir, yılda kişi başına 130 litre süt tüketimi vardır. Ve en çok da kemik kırıkları ve kemik erimesi burada görülür. Meksikalı ve siyahlar fazla süt tüketmezler, bunlarda kemik kırıkları son derece derece azdır.''

Dereotu ve rokada, sütten daha fazla kalsiyum bulunduğunu anlatan Ahmet Aydın, ''Kalsiyum pek çok yeşil yapraklıda var. Bunlar ayrıca bir yığın vitamin sağlıyor. Hele de bunları taze taze tüketirseniz. Emilim açısından kalsiyum, fosfor oranları da çok iyi. Yeşil yapraklılar kemiklerin kuvvetlenmesi için gerekli olan potasyum, magnezyum açısından da zengin. Kemiklerin güçlü olması için yeşil yapraklıların tüketilmesine önem verilmeli'' dedi.

SÜT ÜRÜNÜ TÜKETİN

Sütü süt olarak değil, süt ürünü olarak kullanmanın daha doğru olacağını dile getiren Aydın, şu önerilerde bulundu:

''Mümkünse günlük mandra sütü tüketilmelidir. Sütü alınan hayvanın meralarda otlamasına ve suni yem yememesine dikkat edilmeli. Temiz olduğuna güveniliyorsa, sokak sütçüsünden de süt alınabilir. Şehirdeki en iyi seçenek, günlük pastörize şişe sütleridir. Uzun ömürlü homojenize kutu sütlerini kesinlikle kullanmayın. Sadece ekşiyen veya kesilen süt ve yoğurtları yiyiniz. Sütü süt olarak değil, mayalanmış olarak yoğurt, kefir, peynir olarak kullanın. Böylece olunca kaynatmaktan dolayı kaybedilen vitamin, mineral ve enzimlerin bir kısmını geri kazanılır.''
Prof. Dr. Ahmet Aydın'ın bu açıklamaları büyük yankı buldu ve çeşitli TV programlarında UHT kutu süt taraftarı uzmanlar onun görüşlerine karşı çıktılar. Ancak Prof. Dr. Ahmet Aydın bu TV programlarına davet edilmedi. İşte sitemiz Sn. Ahmet Aydın'ın o programlara cevabını yayınlıyor.

UHT SÜTE KARŞI ÇIKAN ÜÇÜNCÜ GÖRÜŞ

Kutu Süt Mü? Açık Süt Mü? Trakya Bölgesi Veteriner Hekimleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Veteriner Dr. Olcay Karaman, son zamanlarda UHT süt konusunda bazı televizyon kanallarında yayınlanan reklam kampanyalarını eleştirerek, bu reklamların süt tüketicilerini yanlış yönlendirdiğini ve süt üreticilerini olumsuz yönde etkilediğini belirtti.

Karaman "Özellikle bir sanatçının 'çiğ süt çok sağlıksız, aksine UHT tekniği ile satılan sütler çok sağlıklıdır' şeklindeki sözleri bilimsel açıdan yanlış ve halk sağlığı açısından ise kabul edilemez niteliktedir" dedi.

Uzman bir veteriner hekim ve aynı zamanda titiz bir süt üreticisi olarak bu tür reklamların kontrol edilmeden yayınlanması ve tüketici bilincinin yanlış yönlendirilmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getiren Dr. Olcay Karaman, konuyla ilgili olarak şunları dile getirdi: "Sütün en kaliteli hali yani en sağlıklı şekli ineğin memesinden çıktığı halidir yani doğal halidir. Bu sütler, süt hayvanlarında bakım, beslenme, hayvan sağlığı ve sağım aşamalarında gereken tüm hijyen koşullarına uyularak elde edilirse, gelişmiş ülkelerde sertifiye çiğ süt adı altında, en besleyici ve pahalı sütler olarak satılır. Pastörize sütler ise tuberkuloz ve brucella gibi mikrobiyolojik tehlikelerin önlenmesi amacıyla sütlerin 60 ila 85 santigrat derecelerde belirli sürelerde ısı işlemine tabi tutulması ile elde edilir. Buna karşılık UHT(Ultra high temperature) sütler çok yüksek ısıda (135-1400C) 1- 4 sn süre ısıl işlem uygulaması ile elde edilir. Bu teknolojide, süte uygulanan yüksek ısı, sütlerdeki tüm mikroorganizmaların yok olmasına neden olmakla birlikte, sütteki C, B6, folik asit, B12, thiamin, gibi ısıya duyarlı vitaminlerin parçalanmasına, serum proteinlerinin denaturasyonuna, proteinlerin biyolojik değerlerinin azalmasına, lezzet ve renk değişikliklerine neden olur. Bu sebepten dolayıdır ki Avrupa ülkelerinde ve ABD'de artık UHT tekniği ile işlenmiş süt tüketimi tamamen bırakılmış ya da çok aza inmiştir. Bunun yerine pastörize süt ya da çiğ sertifiye süt (memeden çıktığı haliyle mikropsuz süt) kullanımı çok yaygındır ve bunun çok sağlıklı olduğu görüşü kabul görmektedir."

Bilinçli tüketicinin, besin değerlerini kaybetmiş UHT sütleri alıp tüketmek yerine, özellikle çocukların ve gençlerin beslenmesinde çok önem taşıyan besin unsurlarını içeren çiğ sertifiye veya pastörize sütleri tercih ettiğine değinen Karaman, ancak Türkiye'de tüm gıda ürünlerinde olduğu gibi sütte yeterli düzeyde tüketici bilinci oluşturulamadığı, bazı büyük firmaların pazarlama metotları ve astronomik çıkar elde etme amaçları nedeniyle tüketicinin çok yanlış yönlendirildiğini ve mağdur olduğunu ifade etti.

Türkiye'de süt üretiminin yüzde 90'ı köylerde amatör diyebileceğimiz küçük aile işletmelerinde üretilirken, geri kalan kısmı profesyonel sayılabilecek hijyen koşullarına önem veren büyük çaptaki işletmelerde gerçekleştiriliyor. Köylerde üretilen sütler, köy toplama merkezlerine getirilerek soğutma tanklarına boşaltılarak +40 C ile +60 C arasında soğutuluyor. Buradan toplayıcı firma tarafından toplama kamyonları ile süt fabrikalarına naklediliyor. Gerekli kontrollerden geçirildikten sonra belirli ısı işlemleri uygulanarak pastörize ve UHT-sütler elde edilerek tetra pak ambalajlarında piyasaya sunuluyor. Birçok fabrika sütleri UHT tekniği ile işledikten sonra sütün içerisindeki önemli besin maddelerini özellikle sütün en değerli besin maddesi olan süt yağını özel tekniklerle ayırıyor. Bu ayırımdan sonra sütleri yarım yağlı veya hafif(light) süt diye tabir edilen ama içerisinde artık sütün kalmadığı teknolojik katkı maddelerinin çok fazla olduğu sıvıları süt diye pazarlıyor.

Trakya Bölgesi Veteriner Hekimleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Veteriner Dr. Olcay Karaman, ülkemiz süt işletmelerinde sertifiye çiğ süt üretimine uygun hijyen koşulları sağlanamadığından "sertifiye çiğ süt" üretimi olmadığını, buna ilaveten sağlık açısından sakınca arz eden sokak sütlerinin satışının da yasaklandığını hatırlattı. Hal böyle iken, bir taraftan süt pişirildiğinde içerisindeki bütün besin maddeleri kayboluyor derken diğer taraftan çok yüksek ısı uygulanan UHT sütlerin besin öğeleri açısından sağlıklı olduğunu iddia etmenin tam bir çelişki ve bilgisizlik göstergesi olduğunu dile getiren Karaman, diğer taraftan, sütün steril hale getirilmesi yani mikropsuz hale getirilmesinin de sağlıklı olduğu anlamına gelmediğini vurguladı. Bu işlem esnasında yararlı olan mikroorganizmalarda öldürülmekte ve süt doğal yapısından uzaklaşmakta olduğunu kaydeden Karaman, "Örneğin, içindeki faydalı mikroorganizmalar ile üretilen geleneksel yoğurdumuzun faydaları bütün dünyada kabul görmektedir. Tüketicileri yanlış yönlendiren ve yanlış beslenmelere neden olan bu tür haber ve reklamlara karşı gereken tepkiler gösterilmeli ve yasal başvurular yapılmalıdır. Bu konuda sayıları 500 'den fazla Süt Üretici Birlikleri ile sayıları 60 'dan fazla olan Damızlık Sığır Yetiştiricileri Birliklerinin sayın yönetici ve başkanlarını tüketicileri korumak ve üretici haklarını savunmak adına gereken tepkilerini almaya davet ediyorum." dedi.

Gelişmiş bütün ülkelerde sütün stratejik ürünler sınıfına sokulduğunu ve bu stratejik ürünler sınıfı içerisinde son derece sıkı bir şekilde devletler tarafından denetlemelere tabi tutulduğunu hatırlatan Karaman, "Bu da gösteriyor ki hem üretimi çok zor olan hem taşıması çok zor olan ve hem de tüketimde çok hassas davranılması gereken sütün başıboş bırakılmaması gerekmektedir. Biz üreticilerin, ülkemiz insanlarına en ucuz, en sağlıklı sütü içirmek, en ucuz, en kaliteli ve en sağlıklı eti yedirmekten öteye geçmeyen hedefimiz doğrultusunda; hayvansal kaynaklı proteini en çok tüketen toplumların gelişmiş ülkelerin insanları olduğu gerçeğini bir kez daha kamuoyuna duyurmak vazifemizdir" şeklinde sözlerini tamamladı.

SAĞLIKLI BİR TOPLUM, ÇİFTÇİLİĞİN DEVAMI VE BAĞIMSIZ TARIM İÇİN TÜRKİYE’DE GDO’LU ÜRETİME VE TÜKETİME HAYIR!

SAĞLIKLI BİR TOPLUM, ÇİFTÇİLİĞİN DEVAMI VE BAĞIMSIZ TARIM İÇİN TÜRKİYE’DE GDO’LU ÜRETİME VE TÜKETİME HAYIR!

Yayına Giriş Tarihi: 28.06.2009 Güncellenme Zamanı: 11.07.2009 12:02:56 Yayınlayan Birim: GENEL MERKEZ

GDO‘ya Hayır Platformu Bileşenleri, 28 Haziran 2009 Pazar günü Ziraat Mühendisleri Odası Genel Merkezi‘nde bir basın toplantısı yaptı.

GDO‘ya Hayır Platformu Bileşenleri, 28 Haziran 2009 Pazar günü Ziraat Mühendisleri Odası Genel Merkezi‘nde bir basın toplantısı yaparak, Ulusal Biyogüvenlik Yasa Taslağı‘na tepki gösterdiler.

Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Dr. Gökhan GÜNAYDIN, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kenan DEMİRKOL, Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Abdullah AYSU ve Tüketici Hakları Derneği Başkanı Turhan ÇAKAR‘ın yer aldığı toplantıda basın açıklaması metni, ODA‘mız Başkanı Dr. Gökhan GÜNAYDIN tarafından okundu.

GDO‘ya Hayır Platformu Bileşenleri, basın toplantısının ardından ODA‘mızda bir toplantı yaparak, yasa taslağını değerlendirdiler ve düzenlemeye karşı izlenecek politikaları belirlediler.

- BASIN TOPLANTISI -
Sağlıklı Bir Toplum, Çiftçiliğin Devamı ve Bağımsız Tarım İçin

TÜRKİYE‘DE GDO‘LU ÜRETİME ve TÜKETİME HAYIR!

28 Haziran 2009
Tüm dünyada ilk kez 1994 yılında ticari olarak piyasaya sürülen GDO‘lu ürünler, 1998 yılından bu yana, hiçbir denetime tabii tutulmadan Türkiye‘ye giriyor.

Özellikle yılda iki milyon ton düzeyinde dışalıma konu olan GDO‘lu mısır ve soyadan üretilen işlenmiş ürünler, 800‘den fazla çeşitle tüketici sofrasına ulaşıyor. Hiçbir etiketleme yapılmadan satışa sunulan bu ürünler, halk sağlığını ciddi biçimde tehdit ediyor.

Tüketicinin bilgilenme hakkını ihlal eden ve halk sağlığını hiçe sayan bu durum, 10 yılı aşkın süredir tüm çarpıklığı ile sürerken, bu kez Ulusal Biyogüvenlik Kanun Tasarısı Taslağı‘nın Bakanlar Kurulu‘nda olduğu ve TBMM‘ne sevkedilmek üzere imzaya açıldığı bilgisi basına yansıdı. Hükümet sözcüsü, konuyla ilgili konuşmasında, zaten ithalatı serbest olan ve tüketilen bu ürünlerin Türkiye‘de ekimine de serbestlik getirileceğini ifade etti. Anlaşılıyor ki, şimdi sıra, GDO‘lu tohumları Türkiye‘nin temiz topraklarına ekmeye geldi...

Kamuoyundan bir sır gibi saklanan Tasarı Taslağı yasalaştığında, ortaya çıkacak durum şöyle özetlenebilir;

•1) GDO‘ların üretimi ve tüketimine izin verilecek,
•2) Bu ürünlerin risk değerlendirmesi şirketlerin kontrolünde olacak,
•3) GDO‘lu ürünlerden zarar gören çiftçiler ve tüketiciler zararlarını ispat etmek zorunda bırakılacak, bu ürünlerin zararlı olmadığının ispatı şirketlerin üzerinde olmayacak,
•4) Bu ürünleri ülkemize sokan veya üreten şirketlerin cezai sorumlulukları oldukça düşük olacak,
•5) Zarara uğradığını iddia eden çiftçiler zamanaşımı tehdidi ile karşı karşıya kalacak,
•6) Risk denetimine tabi bu ürünlerle ilgili bilgiler kamuoyuna açıklanmayacak, şirket sırrı olarak korunacak,
•7) Tüketicilerin sağlıklı gıda tüketme hakları, küçük çocuklarla sınırlandırılacak, sadece küçük çocuk ürünlerinde GDO kullanılmayacak,
•8) Ülkenin tüm genetik varlıkları şirketlerin kontrolü altına bırakılacak,
•9) Çiftçiler, tohumluk ayırma haklarını yitirecek; tozlaşma vb. yollarla ürünlerine GDO bulaşmışsa şirketlere tazminat ödemek zorunda kalabilecekler,
10)Bu ürünlerin denetimi konusunda çiftçi, tüketici, ekoloji örgütlerinin; bağımsız bilimsel kurumların, meslek odalarının herhangi bir söz ve karar yetkisi olmayacak...
Yukarıda özetlenen tablo, öncelikle ülkemiz tarımını doğrudan üç - beş şirkete bağımlı hale getirecektir. GDO‘lu tohum ve pestisitleri (zirai mücadele ilacı) üreten şirketler arasında yapılan evlilikler, bu sürecin tohum ve ilaç için üreticinin her geçen yıl bu şirketlere daha çok ödeme yapmak zorunda kalacağını göstermektedir. Çünkü terminatör teknolojisi ile üreme yeteneği alınmış tohumlar, üreticinin tohum ayırma hakkını da elinden almaktadır. Böylece tüm dünyada konvansiyonel ürünlere göre daha verimli olmadığı ve daha çok pestisit tükettiği kanıtlanmış olan GDO‘lu tohumlar, temiz topraklarımızı ve üreticimizi, çokuluslu şirketlerin kar aracı haline getirecektir.

Sorunun bir diğer önemli boyutu, biyoçeşitliliğimizin ve çevresel değerlerimizin tahribidir. GDO‘lu ürünlerden olacak gen kaçışları, hem kültür bitkilerini hem de bunların yabani akrabalarını kontamine edecek; bu tabloya eklenebilecek yatay gen kaçışları ile doğada geri dönüşümü olanaksız bir süreç başlamış olacaktır.

Tüketici ve halk sağlığı açısından da tablo vahimdir. GDO‘lu ürünlerden işlenmiş gıda ürünlerinin sofralarımıza ulaşması, halkımızı daha da ağırlaşan alerjik reaksiyon, antibiyotik dayanıklılık, toksik etki, artan doğum anomalileri ve kısırlık gibi sağlık sorunları ile karşı karşıya bırakacaktır.

Oysa Avrupa Birliği, şirketlerin EFSA (Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi) üzerindeki artık gizlenemeyen etkilerin varlığına rağmen, topraklarının % 1‘inden az olan bölümünde, yalnızca bir GDO‘lu mısır türünün ekimine izin vermiş olup; Avusturya, Macaristan, Yunanistan, Almanya ve Fransa‘nın peşpeşe gelen yasaklama kararlarıyla GDO‘lu ekim alanları 165 bin hektardan 105 bin hektara daralmıştır. Üstelik bu üretimin % 80‘i yalnızca bir ülkede, İspanya‘da gerçekleştirilmektedir. Önümüzdeki dönemde, halk ve çevre sağlığı ile kamu yararı odaklı bu yasaklamaların artarak süreceği öngörülmektedir.

Bunun yanında Avrupa Birliği‘nde, içeriğinde % 0.9‘dan fazla GDO‘lu hammadde bulunan ürünlerin ancak etiketlenerek satışına izin verilmekte iken, halk sağlığı yanında, Türkiye‘nin kendine özgü kültür ve inanç yapısına saygı gösterilme gereği duyulmadan, GDO‘lu gıdaların serbestçe satışı gerçekleştirilmektedir.

Şimdi soruyoruz; bu Tasarı Taslağı kime hizmet etmektedir? Halkın GDO‘lu ürünlere hiçbir talebi yokken, halkın örgütlerinden gizlenerek, hangi amaç ve nedenlerle bu düzenleme gündeme getirilmektedir?..

Sonuç olarak, ülkenin onurlu ve namuslu çiftçileri, tüketicileri, ekoloji örgütleri, ziraat, çevre, gıda mühendisleri, birlikleri, kooperatifleri, siyasi partileri, demokratik kitle örgütlerinin bu barbarlık yasasına karşı direnmeleri en temel haklarıdır. Ülkemizi açlık ile terbiye etmeye girişenlere karşı, bu yasansın meclis gündemine gelmeden geri çekilmesini talep ediyoruz.

Bu ülkenin genetik varlıklarını, biyolojik çeşitliliğini, tohumlarını korumak, toplumsal barışın, adaletin olmazsa olmaz ön koşullarıdır. Bu doğrultuda, hemen hiç vakit kaybetmeden, toplum olarak vekil ettiklerimize bir kez daha sesleniyoruz, şirketlerin geleceğini değil, doğa ve toplum için biyolojik geleceğimizi koruyun. Bir an önce biyogüvenlik altyapısını oluşturun, bu konuda bütçeden bir pay ayırarak ülkemizde genetik kirlenmenin önünü alın. Çiftçilerin daha nitelikli ve sağlıklı üretim yapmasına yönelik örgütlenmeleri geliştirin. Tüketici ve ekoloji örgütleriyle, doğru ve açık bir bilgi paylaşım sürecini başlatın. Toplumun onayını almadan, apar topar hazırladığınız bu yasaya, bu ülkenin gerçek sahipleri olan bizler direneceğiz. Yok oluşumuzu seyretmektense, kendi kaderimizi belirlemeyi tercih edeceğiz.

GDO‘YA HAYIR PLATFORMU BİLEŞENLERİ

-TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası -TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
-TMMOB Peyzaj Mimarları Odası -TMMOB Mimarlar Odası
-TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi -TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Ege Bölge Şubesi -Türk Tabibler Birliği -Tüketici Dernekleri Federasyonu (TÜDEF)
-Tüketici Örgütleri Federasyonu (TÖF) -Tüketiciyi Koruma Derneği (TÜKODER)
-Tüketici Hakları Derneği -Tüketici Bilincini Geliştirme Derneği -Çiftçi-SEN
-Ekoloji Kollektifi -DOĞADER -EKODER -KESK Tarım Orkam-Sen -
- Nilüfer Yerel Gündem 21 -Gemlik Yaşam Atölyesi Derneği
-İçanadolu Çevre Platformu (İÇAÇEP) -Marmara Çevre Platformu (MARÇEP)
-Ege Çevre Platformu (EGEÇEP) -Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi
-Gürsel Tonbul Çiftlik İşletmeleri -İmece Evi İmece Ekoköyü Dogal Yasam ve Ekolojik Çözümler Derneği -Imece Ekoköyü Kooperatif Girişimi - -Eskişehir Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği
-Muratpaşa Dostları Derneği - Konyaaltı Dostları Derneği -Kibele Ekolojik Yaşam Kooperatifi
- PDA Pembe Domates Ağı -Akçaeniş Köyü Çevre Kültür Kalkınma ve Dayanışma Derneği
-Kirazlı Ekolojik Yaşam Derneği -Bornova Sivil Toplum Platformu (BORPLAT)
-Greenpeace Türkiye -Sinop Çevre Dostları Derneği -Doğu Akdeniz Çevre Bileşenleri
-Yeni İnsan Yayınevi -Buğday Derneği -Slowfood Yağmur Böreği Birliği
-Slowfood Fikir sahibi Damaklar Birliği -Slow Food Gençlik Gida Hareketi
-Slow Food Ankara Birliği -Slow Food Kars Birligi -Boğatepe Çevre Yaşam Derneği
-Aromaterapi Derneği (AROMADER)

http://www.zmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=11568&tipi=2&sube=0

BİYOGÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE! GDO’LARIN TİCARETİ SERBEST BIRAKILDI !

BİYOGÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE! GDO’LARIN TİCARETİ SERBEST BIRAKILDI !
Yayına Giriş Tarihi: 01.11.2009 Güncellenme Zamanı: 01.11.2009 12:25:41 Yayınlayan Birim: GENEL MERKEZ
- BASIN TOPLANTISI -
BİYOGÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE!..
GDO‘LARIN TİCARETİ SERBEST BIRAKILDI !
1 Kasım 2009

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan "Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik" 26 Ekim 2009 günlü Resmi Gazete‘de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
GDO‘lar konusunda 10 yıla ulaşan bir zaman dilimi boyunca kamuoyunu aydınlatma çabası içinde olan meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, tüketici kuruluşları, çevreci kuruluşlar ve bilim insanları olarak bizler, ortaya çıkan yeni ve vahim durum karşısında, bir kez daha görüşlerimizi kamuoyu ile paylaşmayı görev sayıyoruz.

Yeni Yönetmelik ile GDO‘ların ülkeye girişine meşruluk kazandırılmış iken, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı‘nın sanki bu ürünlerin ticareti yasaklanmış gibi bir yanlış kamuoyu algısı yaratma girişimleri, bizlerin yukarıda belirtilen görevini daha da acil bir niteliğe taşımıştır.

Bu çerçevede;
1 - Türkiye‘nin, yıllardır talep ettiğimiz doğru içerikli bir Ulusal Biyogüvenlik Yasa‘sı olmadan, GDO‘ların ticaretinin bir Yönetmelikle düzenlenmesi hukuk, egemenlik ve halk sağlığı açısından bir skandaldır. Çünkü;
•· Yönetmelikler Yasa ve Tüzüklerin uygulanmasını göstermek üzere çıkartılırlar. Ortada bir Biyogüvenlik Yasası yokken, sözü edilen Yönetmeliğin GDO‘larla ilgili hiçbir düzenleme içermeyen Tarım, Gıda ve Yem Yasaları, 4703 sayılı Yasa ve 441 sayılı KHK‘ye dayandırılmaya çalışılması, sürecin hukuksuzluğunu olanca açıklığı ile ortaya koymaktadır.
•· Türkiye‘de yaşayan tüm yurttaşların sağlığını ve haklarını ilgilendiren bir konunun, TBMM‘de, milletin vekilleri tarafından görüşülmesi ve bir Yasa niteliğinde düzenlemeye konu edilmesi gerekirken, Bakanlar Kurulu‘nda imzaya açılan tasarının TBMM‘ye indirilmeyerek konunun Yönetmelik ile düzenlenmesi, millet iradesi ve egemenliğinin ihlalidir. Böylelikle, konunun vahim içeriği, halkın ve parlamentonun dikkatinden kaçırılmaya çalışılmaktadır.
•· GDO‘ların ticaretinin birkaç küçük istisnayla serbest bırakılması, bu alandaki kararların devlet memuru ağırlıklı bir Komite‘ye bırakılması, yine Bakanlık tarafından seçilecek uzmanlar listesinden görüş alınması gibi hükümler, halk sağlığı alanındaki tehlikenin açık görünümleridir. Siyasilerin ve şirketlerin baskısına direnebilecek bağımsız bilim otoriteleri yerine güdümlü organizasyonlar yeğleyen Yönetmelik, bundan da öte, bir Bakan talimatı ile her an değiştirilebilecek konumdadır.

Yukarda sayılan temel yanlışlıklar yanında, bebekler için risk sayılan gıdaların yetişkinler için serbest tüketime konu edilmesi, GDO‘suz gıda maddesi üreten işletmelerin bu yönde etiket kullanmalarının yasaklanması gibi hükümler ve asıl olarak GDO‘lu ürünlerin her türlü ticaretinin meşru zemine çekilmesi, Yönetmeliği kabul edilemez konuma taşımaktadır.

2 - Konunun halkın bilgisine sunulması yolunda ortaya koyduğumuz özverili çabalar, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı‘nı telaşa sürüklemiş olup, Bakanlık web sayfasında yapılan açıklamayla kamuoyu yanlış yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Bu alanda da gerçekleri kamuoyu ile paylaşmayı görev biliriz;

•· Bakanlık, bu Yönetmelik ile GDO‘lu tohumların Türkiye‘de kullanımının yasaklandığını ifade etmektedir. Oysa bu yasaklama, on yıla yakın bir süredir, bir Genelgeyle sağlanmaktadır. Bakanlığın hem bu durumdan hiç söz etmemesi hem de hazırlayıp Bakanlar Kurulu‘na sunduğu Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı Taslağı‘nda, Hükümet sözcüsü Sn Cemil ÇİÇEK‘in de ifade ettiği üzere, GDO‘lu tohumların ekimini serbest bırakmaya çalışması, kamuoyunu yanıltma girişimlerinin açık göstergeleridir.

•· Bakanlık, işbu Yönetmeliğe aykırı davrananlara, dayanakta gösterilen yasalar çerçevesinde, izin iptali, para cezası vb. cezaların verilebileceğini belirtmektedir. Bu cezaların çoğu, ilgili yasaların GDO‘lara özel düzenleme içermemeleri nedeniyle, olayın ciddiyetiyle bağdaşır nitelikte değildir. Nitekim, hazırlanıp TBMM‘ye sevk edilmeyen Kanun Tasarısı taslağı, bu alanda açıkça hürriyeti bağlayıcı cezalara hükmetmekte idi.

•· Bakanlık, risk değerlendirmesinin, 11 kişilik bağımsız, bilimsel, teknik komite tarafından yapılacağını belirtmektedir. Oysa Yönetmelik, uzmanlar listesinden Bakanlık tarafından seçilecek Komite‘nin, TAGEM, TÜGEM, KKGM temsilcileri yanında üniversite, TÜBİTAK ve araştırma enstitüleri temsilcilerinden oluşacağını belirtmektedir. Gerek uzmanlar listesinin niteliği, gerekse hem uzmanlar listesinin hem de Komite‘nin Bakanlık tarafından seçilecek olması, bu organizasyonun bağımsız, bilimsel, teknik sıfatlarını daha baştan ortadan kaldırmaktadır.
Sonuç olarak, gen bankası niteliğindeki ülkemizin biyolojik çeşitliliği, tarım potansiyelimiz, halkımızın satın alma gücü ve tüketim alışkanlıkları değerlendirildiğinde, GDO‘lu ürünlere Türkiye‘nin ihtiyacının olmadığı, üstelik bu ürünlerin kullanımının halk sağlığı yanında halkımızın dinsel - kültürel inanç ve alışkanlıklarına da aykırı olduğu ortadadır.

Bizler, bu alanda yıllardır halk yararına çaba gösteren kurum ve kuruluşlar olarak, bir kez daha GDO‘ya Hayır diyoruz. Halkın ve ülkenin yarar ve çıkarları, şirketlerin kar hırsının üzerindedir. Ülkemiz yurttaşlarının büyük çoğunluğunun istemediği genetiği değiştirilmiş ürünlerin, ülkemizi bir genetik yıkıma sürüklememesi için, her türlü meşru mücadelenin sürdürüleceğini ve GDO‘ları yasallaştırmaya çalışanların deşifre edilmeye devam edileceğini belirtiriz.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

GDO‘YA HAYIR PLATFORMU

GDO‘YA HAYIR PLATFORMU BİLEŞENLERİ

-TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası -TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
-TMMOB Peyzaj Mimarları Odası -TMMOB Mimarlar Odası
-TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Marmara Bölge Şubesi -TMMOB Gıda Mühendisleri Odası Ege Bölge Şubesi -Türk Tabibler Birliği -Tüketici Dernekleri Federasyonu (TÜDEF)
-Tüketici Örgütleri Federasyonu (TÖF) -Tüketiciyi Koruma Derneği (TÜKODER)
-Tüketici Hakları Derneği -Tüketici Bilincini Geliştirme Derneği -Çiftçi-SEN
-Ekoloji Kollektifi -DOĞADER -EKODER -KESK Tarım Orkam-Sen -
- Nilüfer Yerel Gündem 21 -Gemlik Yaşam Atölyesi Derneği
-İçanadolu Çevre Platformu (İÇAÇEP) -Marmara Çevre Platformu (MARÇEP)
-Ege Çevre Platformu (EGEÇEP) -Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi
-Gürsel Tonbul Çiftlik İşletmeleri -İmece Evi İmece Ekoköyü Dogal Yasam ve Ekolojik Çözümler Derneği -Imece Ekoköyü Kooperatif Girişimi - -Eskişehir Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği
-Muratpaşa Dostları Derneği - Konyaaltı Dostları Derneği -Kibele Ekolojik Yaşam Kooperatifi
- PDA Pembe Domates Ağı -Akçaeniş Köyü Çevre Kültür Kalkınma ve Dayanışma Derneği
-Kirazlı Ekolojik Yaşam Derneği -Bornova Sivil Toplum Platformu (BORPLAT)
-Greenpeace Türkiye -Sinop Çevre Dostları Derneği -Doğu Akdeniz Çevre Bileşenleri
-Yeni İnsan Yayınevi -Buğday Derneği -Slowfood Yağmur Böreği Birliği
-Slowfood Fikir sahibi Damaklar Birliği -Slow Food Gençlik Gida Hareketi
-Slow Food Ankara Birliği -Slow Food Kars Birligi -Boğatepe Çevre Yaşam Derneği
-Aromaterapi Derneği (AROMADER)

http://www.zmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=12262&tipi=3&sube=0

GDO : NE’DİR O ?

GDO NEDİR O? - TEMPO ARALIK 2004
Yayına Giriş Tarihi: 31.12.2004 Güncellenme Zamanı: 15.07.2008 11:55:34 Yayınlayan Birim: GENEL MERKEZ

GDO : NE’DİR O ?

BİYOTEKNOLOJİK YÖNTEMLERLE KENDİ TÜRÜ DIŞINDAKİ BİR TÜRDEN GEN AKTARILARAK BELİRLİ ÖZELLİKLERİ DEĞİŞTİRİLEN BİTKİ – HAYVAN YA DA MİKROORGANİZMALARA “TRANSGENİK” YA DA “GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ORGANİZMA” DENİLMEKTE VE BU ÜRÜNLER KISACA GDO OLARAK ADLANDIRILMAKTADIR. BU KAPSAMDA, ÖRNEĞİN DOMUZA AİT GEN DOMATESE, BAKTERİ VEYA VİRÜSE AİT GEN DE BİR BİTKİYE AKTARILABİLİMEKTEDİR.
GDO’LU ÜRÜNLERİN ÜRETİLME AMAÇLARI KONUSUNDA “RİVAYET MUHTELİF”. ABD BAŞKANI BUSH’A BAKILIRSA, GDO TEKNOLOJİSİ, TÜM DÜNYADAKİ AÇLIK SORUNUNA ÇÖZÜM BULABİLMEK İÇİN ÜRETİLMİŞ: VERİM ARTACAK, GIDA BOLLAŞACAK, HERKES DOYACAK!.. (İNSANIN AKLINA AMERİKA’NIN IRAK’A DEMOKRASİ GÖTÜRMESİ GELİYOR). ŞU KADARINI BİLİYORUZ Kİ, DÜNYADA 800 MİLYONUN ÜZERİNDE İNSAN AÇ. ANCAK DÜNYADA ÜRETİLEN GIDALAR, ASLINDA TÜM DÜNYAYI DOYURMAK İÇİN YETERLİ. SORUN, “EFEKTİF TALEP YETERSİZLİĞİ”. TÜRKÇESİYLE, GIDAYA ULAŞMAK İÇİN YETERLİ PARAYA SAHİP OLAMAMA. BU BAĞLAMDA AÇLIK, ÜRETİM YETERSİZLİĞİNDEN DEĞİL, ÜRETİLEN GIDANIN ADİL PAYLAŞILMAMASINDAN İLERİ GELİYOR. KISACASI, SORUN SİYASİ...

BİR BAŞKA AMAÇ, HAMMADDEDEN İŞLENMİŞ MADDEYE KADAR OLAN ZİNCİRDE, ÇEVREYE DAHA AZ ZARARLI, BESLEYİCİ DEĞERİ DAHA YÜKSEK, RAF ÖMRÜ DAHA UZUN .. ÜRÜNLER ELDE ETMEK. DÜNYADA EN ÇOK, YABANCI OT İLACINA VE ZARARLILARA DAYANIKLILIK İLE BUNLARIN HER İKİSİNE BİRDEN DAYANIKLILIK GENİ AKTARILIYOR BİTKİLERE. SORUNA SALT “TEKNİK AÇIDAN” BAKILDIĞINDA, BİYOTEKNOLOJİYİ KULLANAN VE GELİŞTİRENLERİN, ÖZELLİKLE SON ON YILDA BU ALANDAKİ DUYARLILIKLARININ BİRDEN BİRE ARTTIĞI SONUCUNA VARILABİLİR...
BİR DE SORUNA TEKNOLOJİ VE MÜLKİYET İLİŞKİLERİ AÇISINDAN YAKLAŞILABİLİR. ANAHTAR SÖZCÜKLER, MERKEZ, ÇEVRE (PERİFERİ), BAĞIMLILIK... BU YAKLAŞIM İLE NOBEL KAZANAN İKTİSATÇILAR VAR, GÜNEY AMERİKA’DAN.. BELLİ Kİ YAŞADIKLARINDAN ÇIKARIMLAR YAPMIŞLAR. BU YAKLAŞIMI ÇALIŞMA ALANIMIZA TAŞIRSAK, ŞU SONUCU ÜRETEBİLİRİZ BELKİ: GDO TEKNOLOJİSİ, MÜLKİYETİNE SAHİP OLANLAR AÇISINDAN ÇOK BÜYÜK BİR “SERMAYENİN YENİDEN ÜRETİM ALANI” DIR, TEKNOLOJYİ SATIN ALANLAR AÇISINDAN İSE BAĞIMLILIK DERİNLEŞMEKTEDİR...

HİÇ SÜRPRİZ DEĞİL, GDO’LU ÜRÜNLER ÜZERİNE ÇALIŞMALAR, ABD KÖKENLİ ŞİRKETLER TARAFINDAN BAŞLATILMIŞTIR. TARLA DENEMELERİNE 1985 YILINDA ALINAN GDO’LARIN TİCARİ ANLAMDA EKİMİNE 1996 YILINDA BAŞLANMIŞTIR.
BUGÜN TÜM DÜNYADA TÜRKİYE YÜZÖLÇÜMÜNE YAKIN BİR ALANDA TRANSGENİK EKİM YAPILMAKTA OLUP, EKİM ALANLARININ % 99’U; ABD, ARJANTİN, KANADA, ÇİN VE BREZİLYA’DA BULUNMAKTADIR.

GDO’LU BİTKİLER AÇISINDAN DA BÜYÜK ORANDA BİR TOPLANMA SÖZ KONUSUDUR. DÜNYADA GDO’LU OLARAK ÜRETİLEN BİTKİLERİN % 99’UNU SOYA, MISIR, KOLZA VE PAMUK OLUŞTURMAKTADIR. BUNLARIN YANINDA PATATES, DOMATES, PİRİNÇ, BUĞDAY, BALKABAĞI, AYÇİÇEĞİ, YER FISTIĞI, BAZI BALIK TÜRLERİ, KASAVA VE PAPAYA DA GDO’LU OLARAK ÜRETİLİYOR. MUZ, AHUDUDU, ÇİLEK, KİRAZ, ANANAS, BİBER, KAVUN” VE KARPUZDA HALEN ÇALIŞMALAR DEVAM EDİYOR.
BU ÜRÜNLERE KAPINIZI AÇTIĞINIZDA, TERMİNATÖR TOHUM TEKNOLOJİSİ İLE ÜREME YETENEĞİ ALINMIŞ TOHUMLARI, HER YIL PARA VEREREK YENİDEN SATIN ALMAK ZORUNDA KALIYORSUNUZ. YETMİYOR, BU ALANLARDA KULLANILMAK İÇİN ÜRETİLMİŞ BİRKAÇ ÇEŞİT KİMYASALA DA BAĞIMLISINIZ ARTIK. VE SON HAMLE, SÖZÜ EDİLEN TOHUM FİRMALARI İLE KİMYASAL ÜRETEN FİRMALAR ARASINDA YOĞUN EVLENMELER SÖZ KONUSU. EZCÜMLE, ESKİDEN ÜLKELERE BAĞLI İDİNİZ, ARTIK ŞİRKETLERE BAĞLISINIZ ...

YUKARIDA ÇİZİLEN ANA ÇERÇEVEDEN SONRA, GDO’LU ÜRÜNLERİN TÜRKİYE ÜZERİNE OLAN ETKİLERİ KONUSUNA DEĞİNELİM;

1 – BU ÜRÜNLER, 1998 YILINDAN BU YANA, HİÇBİR DENETİME TABİ OLMADAN, TÜRKİYE’YE RAHATÇA GİRMEKTEDİR. ÖRNEĞİN, YALNIZCA 2003 YILINDA TÜRKİYE 1.8 MİLYON TON MISIR, 800 BİN TON SOYA İTHAL ETMİŞTİR. MISIRIN % 81’İ, SOYANIN İSE % 88’İ ABD VE ARJANTİN’DEN GELMİŞTİR; NEREDEYSE TAMAMI GDO’LUDUR. TÜRKİYE’NİN GÜMRÜKLERİNDE, GDO’LU ÜRÜN AYRIMI YAPABİLECEK LABORATUVAR ALTYAPISI YOKTUR. ANKARA VE BURSA’DA KURULU LABORATUVARLAR İLE ETKİN BİR DENETİMİN YAPILABİLMESİ OLANAKSIZ.
BU LABORATUVARLARIN TANESİ 1 MİLYON DOLARA MAL OLUYOR. TÜRKİYE’NİN 1980’LERİN ORTALARINDA 1 KM OTOYOL YAPIMI İÇİN 10 MİLYON DOLAR HARCADIĞI DÜŞÜNÜLDÜĞÜNDE, LABORATUVAR ALTYAPISININ KAYNAK EKSİKLİĞİ NEDENİYLE KURULAMADIĞI SAVININ NE KADAR GERÇEK DIŞI OLDUĞU ORTAYA ÇIKIYOR. GDO’LU ÜRÜN İTHALATINDAN RANT SAĞLAYAN ÇEVRELER, BU LABORATUVARLARI İSTEMİYORLAR, DURUM BU KADAR NET...

2 – GEREK GDO’LU HAMMADDEDEN TÜRKİYE’DE İŞLENEN, GEREKSE YURTDIŞINDAN İTHAL EDİLEN İŞLENMİŞ ÜRÜNLERDEN ÖNEMLİ BİR KISMI GDO İÇERİĞİNE SAHİP. MISIR VE SOYADAN ÜRETİLEN YAĞ, UN, NİŞASTA, GLİKOZ ŞURUBU, SAKKAROZ, FRUKTOZ İÇEREN GIDALAR; BİSKÜVİ, KRAKER, KAPLAMALI ÇEREZLER, PUDİNGLER, BİTKİSEL YAĞLAR, BEBEK MAMALARI, ŞEKERLEMELER, ÇİKOLATA VE GOFRETLER, HAZIR ÇORBALAR, MISIR VE SOYAYI YEM OLARAK TÜKETEN TAVUK VE BENZERİ HAYVANSAL GIDALAR İLE PAMUK GDO’LU OLMA RİSKİ TAŞIYAN GIDALARIN BAŞINDA GELİYOR.

SADECE MISIRDAN ÜRETİLEN VE ÇEŞİTLİ GIDALARDA “BİLEŞEN” VEYA KATKI MADDESİ OLARAK KULLANILAN YAN ÜRÜN SAYISI 700’Ü, SOYADAN ÜRETİLEN TÜREVLERİNİN SAYISI İSE 900’Ü BULUYOR. YANİ BU YAN ÜRÜNLERİ İÇERİĞİNDE KULLANAN HER BİR İŞLENMİŞ ÜRÜNÜN GDO’LU OLMA RİSKİ BULUNUYOR.

3 – EN KORKUNCU, EN SON ANLAŞILDI: TÜRKİYE’DE 20’YE YAKIN İLİN PAZARLARINDA ALINAN DOMATES VE PATATESLERİN DE GDO’LU OLDUĞU SAPTANDI. BUNLARIN HEMEN TÜMÜ, TÜRKİYE’YE KAÇAK YOLLARLA GİREN GDO’LU TOHUMLARIN HİÇBİR DENETİME TABİ TUTULMADAN TARLALARDA – SERALARDA EKİLMESİ SONUCUNDA ÜRETİLİYOR.

GDO’LU ÜRÜNLERİN BİRÇOK RİSKİ – TEHLİKESİ VAR; BİR ÜLKENİN İŞGAL EDİLMESİNDE KULLANILAN “MODERN YÖNTEMLERDEN BİRİ” GDO’LU ÜRÜNLER. BU KEZ TAŞINAN DEMOKRASİ DEĞİL, VERİMLİLİK, BOLLUK VE REFAH !..
GDO’LU ÜRÜNLER ÇEVRE, BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK VE EKOLOJİK DENGE, İNSAN VE HAYVAN SAĞLIĞI, ÜLKELERİN SOSYO – EKONOMİK YAPILARI ÜZERİNE BİRÇOK OLUMSUZ ETKİLER DOĞURUYOR, VAROLAN İLİŞKİLERİ – DENGELERİ BOZUYOR VE
YENİ BAĞIMLILIK İLİŞKİLERİ YARATIYOR.

BUNLARA KISACA DEĞİNELİM;

1 – ÇEVRE, BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK VE EKOLOJİK DENGEYE ETKİLERİ;
TÜM AVRUPA’DA 13 BİN DOLAYINDA BİTKİ ÇEŞİDİ BULUNURKEN, BUNUN 11 BİNİ TÜRKİYE’DE BULUNUYOR. BUNLARDAN BİR KISMI İSE ENDEMİK...
BÖYLE BİR FLORA EKSENİNE, KONTROLLÜ ALANLAR DIŞINDA GDO’LU ÜRÜNLERİ SOKTUĞUNUZDA, GENETİK ÇEŞİTLER KAYBOLUYOR, YEREL TÜRLER GDO’LU ÜRÜNLERLE REKABET EDEMEDİĞİNDEN HIZLA KAYBOLUYOR. BİR KEZ GEN AKTARIMI BAŞLAMIŞSA, GENETİĞİ DEĞİŞTİRİLMİŞ ÜRÜNÜN DEĞİŞTİRİLMEMİŞ ÜRÜNLERE BULAŞMASI ÖNLENEMEZ HALE GELİYOR. BİR SÜRE SONRA, ZENGİN BİYOÇEŞİTLİLİĞİN YERİNİ, GDO’LU HOMOJEN ÜRÜNLER ALIYOR...

AYRICA, TARIMSAL ÜRETİME ZARARLI OLDUĞU KABUL EDİLEN BÖCEKLERE KARŞI DAYANIKLI OLMALARINI SAĞLAMAK İÇİN BİTKİLERE AKTARILAN TOKSİN (ZEHİR) KARAKTERLİ GENLER, O BÖCEKLERİ YİYEREK BESLENEN YARARLI BÖCEK TÜRLERİNİN DE YOK OLMASINA NEDEN OLABİLİYOR.

BUNUN YANINDA, YABANCI OT İLAÇLARINA DAYANIKLILIK GENİ AKTARILMIŞ BİR BİTKİNİN BU GENLERİNİN RÜZGAR YA DA KUŞ, ARI GİBİ ETKENLERLE BAŞKA BİTKİLERE BULAŞMASI SONUCUNDA BU GENİ ALAN YABANCI OTLAR SAVAŞILMASI GÜÇ BİR ŞEKİLDE ÇOĞALABİLİYOR.

2 - SAĞLIK AÇISINDAN RİSK VE TEHDİTLERİ
GDO’LARIN İNSAN VE HAYVAN SAĞLIĞI AÇISINDAN DOĞURDUĞU RİSK VE TEHDİTLER; YATAY GEN TRANSFERİ, ALLERJİLER, ANTİBİYOTİKLERE DİRENÇ, TOKSİN BİRİKİMİ VE DOĞURDUĞU METABOLİZMA DEĞİŞİKLERİ İLE TANIMLANABİLİR.

BU ALANDA YAPILAN ÇALIŞMALARIN YETERSİZLİĞİNİN ÖZELLİKLE ALTININ ÇİZİLMESİNDE YARAR VAR. KISACASI, BU ÇALIŞMA ALANI NEDENSE “FONLANMIYOR”. YAPILAN YETERSİZ ÇALIŞMALARDA RİSK – TEHLİKE BULGUSUNA ULAŞAN VE BUNU AÇIKLAYAN BİLİM ADAMLARININ, HEMEN YÖNTEMLERİ, BİLİMSEL YETERLİLİKLERİ TARTIŞMA KONUSU EDİLİYOR. ANCAK “İNAT EDENLER” VAR. İŞTE

BULGULARDAN BAZILARI ;

YATAY GEN TRANSFERİ: DNA ALIMINDAN 48 SAAT SONRA FARE KARACİĞERİNDE DNA SİNDİRİMİ SAPTANMIŞ OLUP (SCHUBERT VE DİĞERLERİ, 1997), GDO’LU MISIRLA BESLENMİŞ TAVUKLARDA DNA’NIN TAMAMEN SİNDİRİLMİŞ OLMASI (CHAMBER VE DİĞERLERİ, 2002) İŞİN DİĞER ÖNEMLİ BOYUTUNU ORTAYA KOYUYOR.
GDO KÖKENLİ YİYECEK ALLERJİLERİ : İNEK SÜTÜ, YUMURTA, BALIK, KABUKLU DENİZ MAHSULLERİ, SOYA, FISTIK, BUĞDAYDA ALLERJİ SAPTANIYOR. SOYA ALLERJİSİ EN ÇOK RAPOR EDİLEN ALLERJİ GRUBUNU OLUŞTURUYOR.
GDO GELİŞTİRMEDE KULLANILAN İŞARET GENLERİ VE ANTİBİYOTİKLERE DİRENCİN ARTMASI: GDO’LARDAN BAŞKA CANLILARA GEN KAÇIŞINDA, İNSAN SİNDİRİM SİSTEMİNİN BU GEÇİŞ İÇİN UYGUN ORTAM SAĞLAYABİLECEĞİ SONUCUNA ULAŞILMIŞ DURUMDA. BU ALANDA YAPILAN BİR ARAŞTIRMADA, 12 SAĞLAM 7 AMELİYATLI HASTA HERBİSİT DİRENCİ İÇEREN SOYA İLE BESLENMİŞ VE SONUÇLAR NOT EDİLMİŞ. SAPTAMA ŞU: YABANCI DNA SAĞLIKLI BİREYLERDE SİNDİRİM SİSTEMİ VE BAĞIRSAK BAKTERİLERİNDE KALMADAN DIŞARI ATILMIŞ, HASTA BİREYLERDE İSE DNA’NIN % 4’Ü SİNDİRİM SİSTEMLERİNDE VE BAĞIRSAK BAKTERİLERİNDE BULUNMUŞTUR.

YİNE, GDO’LARDA BULUNAN GENLER VE ÜRETTİKLERİ ENZİMLERİN, MEYVE SEBZELERİN ÇİĞ YENMESİ DURUMUNDA MİDE VE BAĞIRSAK TARAFINDAN TUTULABİLMESİ SÖZ KONUSUDUR.

ANTİBİYOTİKLERİN İŞARET GENİ OLARAK KULLANILMASININ DOĞURDUĞU SAKINCALAR BAĞLAMINDA, FLAVRSAVR DOMATES, ZENECA DOMATES PÜRESİ, NEWLEAF PATATES,TRİFFİD FLAX, STARLİNK MISIR VE “ROUNDUP READY” BUĞDAY ÜRETİMLERİNE BİZZAT ÜRETİCİ FİRMALARCA SON VERİLMİŞTİR.

GDO’LARDAN ELDE EDİLEN GIDALARDAKİ TOKSİN BİRİKİMİ: GDO’LU PATATESİN, (GLANTHUS NİVALİS AGGLUTİNİN GENİ) SIÇAN MİDE ÇEPERİ ÜZERİNDE UYARICI BÜYÜME ETKİSİ SAPTANMIŞTIR (FENTON VE DİĞ., 1999). AYRICA, KARDELENDEN ELDE EDİLMİŞ LEKTİN GENİ ÜRÜNÜNÜN LABORATUVAR KOŞULLARINDA İNSAN AKYUVARLARINA BAĞLANDIĞI GÖRÜLMÜŞTÜR.

GDO’LARDA VE TÜKETİCİLERDEKİ METABOLİZME DEĞİŞİKLERİ : BU ALANDA, 13000-22000 KAT DAHA FAZLA BEBEK CİNSİYET SORUNLARI, ENDOKRİN CEVAPLI KANSERLER SAPTANMIŞTIR (SANDERMAN VE WELLMANN, 1988) .

GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ, “ZARARLIYSA SAPTAYIN” ÖNERGESİ KARŞILIĞINI BULUYOR. KALDI Kİ, BU ALANDAKİ İSPAT YÜKÜNÜN HALKLARIN ÜZERİNE YIKILMASI KABUL EDİLEBİLİR DEĞİL. TAM TERSİNE, TIPKI BEŞERİ İLAÇLARDA OLDUĞU GİBİ, GDO’LU ÜRÜNLERİN NESİLLER BOYUNCA AMACI DIŞINDA BİR OLUMSUZ ETKİ YARATMAYACAĞININ, KÜÇÜK YAN ETKİLERİNİN İSE NASIL GİDERİLECEĞİNİN ÜRETİCİ ÇOKULUSLU ŞİRKETLER TARAFINDAN YAPILAN UZUN SÜRELİ ARAŞTIRMALAR İLE SAPTANMASI, DUYURULMASI VE FARKLI DURUMLARDA TAZMİN RİSKİNİN ÜSTLENİLMESİ GEREKMEKTEDİR.

3 – ÜLKELERİN SOSYO – EKONOMİK YAPILARINA ETKİLERİ, YARATILAN YENİ BAĞIMLILIK SARMALI

GDO TEKNOLOJİSİ, “YAŞAMI PATENT ALTINA ALMA ESASINA” DAYANIYOR. BİRKAÇ GEN AKTARILAN “YENİ ÇEŞİT”, FİRMALARIN MÜLKİYETİNE GİRİYOR VE SONRA “YENİ PİYASA” KURGULANMAYA BAŞLANIYOR. TOHUMLAR KENDİNİ YENİDEN ÜRETEMİYOR. BU BAĞLAMDA, ARTIK ÇİFTÇİNİN ÜRÜNÜNDEN TOHUMLUK AYIRMA HAKKINDAN SÖZ EDİLEMEZ...

YETMİYOR, GDO’LU EKİM ALANLARINDA KULLANILMAK ÜZERE GELİŞTİRİLEN KİMYASAL İLAÇLARI ÜRETEN FİRMALAR, GDO’LU TOHUM ÜRETEN FİRMALAR TARAFINDAN SATIN ALINIYOR; BÖYLECE TOHUMDAKİ ŞİRKET EGEMENLİĞİ TARIMSAL İLAÇ PİYASASI İLE PEKİŞTİRİLİYOR.

BU NOKTADA, HİÇ KONUŞULMAYAN BİR KONUYA DEĞİNELİM. TÜRKİYE NEDEN GDO’LU TOHUM KULLANSIN, NEDEN BUNLARI İTHAL ETSİN/TÜKETSİN ?
SÖZKONUSU OLAN ÜRÜNLER MISIR, SOYA, PAMUK, KOLZA, DOMATES, PATATES... BUNLAR, TÜRKİYE’NİN HEMEN TÜM EKOLOJİK BÖLGELERİNDE ÜRETİLEBİLEN ÜRÜNLER. BUNA KARŞILIK, İLK DÖRT ÜRÜNDE, UYGULANAN YANLIŞ TARIMSAL POLİTİKALAR İLE DIŞA BAĞIMLI HALE GELMİŞİZ. BU ZİNCİRİ KIRABİLİR MİYİZ, EVET. YETER Kİ İSTENSİN, BUNUN İÇİN BİRKAÇ YIL YETER. GDO’LU ÜRÜNLERİN YÜKSEK VERİM DEĞERLERİNE SAHİP OLDUĞU SÖYLENİYOR. MISIRDAN ÖRNEK VERELİM. ÜLKE ORTALAMASI HEKTARDAN 4 TON MISIR ALINDIĞINI GÖSTERİYOR. ÇUKUROVA VE TRAKYA’DA 12 – 13 TON ALABİLEN ÜRETİCİLERİMİZ VAR. DEMEK Kİ, SORUN VERİM SORUNU DEĞİL, SORUN SİYASİ...

KENDİNE YETER BİR ÜLKE HEDEFİNİ ISKALAYIP, VAROLAN BAĞIMLILIĞI DERİNLEŞTİRMEYE ÇALIŞMAK; BUNU DA “GÜNÜN GEREĞİ” OLARAK DUYURMAK... İNSANLAR, ÜLKELER, ÖNCE BEYİNLERİ VE YÜREKLERİ İLE İŞGAL EDİLİYORLAR.
AKP HÜKÜMETİ, “BİYOGÜVENLİK YASA TASARISI” HAZIRLIĞINDA. “YASAKLAMA” ADI ALTINDA, GDO’LU ÜRÜNLERE BÜYÜK BİR SERBESTİ GETİRİLİYOR. TÜKETİCİ DE, “ETİKETLEME” İLE KORUNACAKMIŞ... YANİ, SİYASET YURTTAŞA, GDO’LU ÜRÜN YEDİĞİNİ BİLME HAKKINI TANIYOR... ŞU DEMOKRASİ ANLAYIŞINA BİR BAKAR MISINIZ ?

NE YAPMALI ? HAMMADDE, İŞLENMİŞ ÜRÜN, HANGİ NİTELİKTE OLURSA OLSUN ÜLKEYE GDO’LU ÜRÜN GİRİŞİ YASAKLANMALI. GDO’LU TOHUMLARIN KONTROLSÜZ ALANLARDA EKİMİNE ASLA İZİN VERİLMEMELİ. GÜMRÜKLERDE, İÇ PİYASADA ETKİN BİR DENETİM SİSTEMİ KURULMALI. TÜRKİYE GDO’LU ÜRÜNLER KONUSUNDA KENDİ ARAŞTIRMALARINI YAPMALI, TEKNOLOJİSİNİ KENDİ ÜRETMELİ. TARIMDA, GİRDİDEN ÇIKTIYA, TÜM ALANLARDA BAĞIMLILIK ZİNCİRİNİ KIRAN, KENDİ POTANSİYELİNİ KULLANAN BİR POLİTİKA İZLENMELİ.
KISACASI, BU ALANDA DA ÜLKEYE SAHİP ÇIKILMALI...

http://www.zmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=473&tipi=24&sube=0

Biyogüvenlik yasası çıkmadan GDO uygulaması çok tehlikeli

Biyogüvenlik yasası çıkmadan GDO uygulaması çok tehlikeli
07.11.2009 Referans-İstanbul Haber

Tarım Bakanlığı'na GDO yönetmeliği ile ilgili dava açmaya hazırlanan ziraatçılar, 'Türkiye'nin ihtiyacı bu yönetmelik değil, Biyogüvenlik Yasası'dır' diyorlar. Ziraatçılara göre yasa çıkmadan yönetmelik uygulanırsa zararın boyutu büyüyecek.

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalı ürünler (GDO) ile ilgili yönetmeliğe eleştiriler devam ediyor. Tarım Bakanlığı'nın iddia ettiği gibi yönetmeliğin "GDO'lu ürünleri yasaklayan" bir içeriğinin olmadığına dikkat çeken uzmanlar, Biyogüvenlik Yasası çıkarılmadan bu ürünlere yönelmeyi tehlikeli bulduklarını ifade ediyorlar.
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Ferdan Çiftçi, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından çıkarılan ve yürürlüğe giren "Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik"in, bakanlığın savunduğu gibi GDO'nun ticaretini yasaklayan bir düzenleme olmadığını belirterek, "Sadece GDO'lu ürünlerin ticareti düzenlenmiştir. Yani var olan şey, yasal hale getirilmiş, şekli şemali, nasıl olacağı şarta bağlanmıştır" dedi.
GDO'lu ürünlerin tüketiminin, insan sağlığına olan birçok zararının bilimsel olarak kanıtlanmış olduğuna işaret eden Çiftçi, yapılan araştırmaların, GDO'lu ürünlerin insan vücudunda alerjik etkilere yol açmasının yanı sıra fareler üzerinde yapılan deneylerle 2-3 nesil sonra üreme yeteneğinin azalmasına neden olduğunun ortaya konulduğunu belirtti.
Çiftçi, sağlık tartışmalarının yanı sıra kendi uzmanlık alanlarında asıl üzerinde durulması gereken tehdidin ise gıda güvenliği konusu olduğunu söyledi. GDO ile tarımda dışa bağımlılık meydana geleceğini belirten Çiftçi, "Terminatör gen teknolojisiyle tohumların bir sonraki yıllarda üretilememesi ve bir genin değiştirilmesi sonucunda, patent hakkını elinde bulunduran uluslararası firmalara sürekli para ödenmesi ve onların sömürgesi durumuna gelinmesi sonucu doğacaktır" dedi.
Çiftçi, ayrıca GDO'lu tohumlarla yapılacak tarımın, toprağın biyo-çeşitliliğine büyük zarar vereceğini ve aynı toprakta sonraki yıllarda yapılacak ekimlerle genetik karışmalar olabileceği ve bunun da sağlık açısından yeni yeni tehlikelere yol açacağını savundu.

'Yasak getirildi' savı doğru değil
GDO'lu ürünlerle ilgili yönetmeliğin yürürlüğe girmesinin ardından kamuoyundan gelen tepkiler üzerine bakanlığın, bu yönetmeliği "GDO'lu ürünleri yasaklayan" bir düzenlemeymiş gibi sunma gayreti içinde olduğunu ifade eden Çiftçi, bunun gerçeği yansıtmadığını söyledi. Çiftçi, "İthal edilen ürünler, analiz edilerek bu komite tarafından risk analizi yapılacak, şeklinde bir sav var. Ancak, burada böyle bir şeyin pratik olarak çok mümkün olduğunu söylemek imkânsız. Çünkü şu anda bu analizi yapabilecek sadece Ankara ve Bursa'da iki laboratuvarımız var, diğer laboratuvarlarımız ise yeterli değil. Düşünün Mersin Limanı'ndan soya ya da mısır getirilecek ve siz bunu, analizi için Ankara'ya ya da Bursa'ya göndereceksiniz, bunların pratikte 2-3 gün içerisinde sonuçlarını alıp değerlendirme yapmak çok olası değildir" diye konuştu.
Türkiye'nin hiçbir zaman böyle bir yönetmeliğe ihtiyacı olmadığı ifade eden Çiftçi, "İhtiyacımız olan bir Biyogüvenlik Yasası çıkarılmasıdır. Çünkü GDO'lu ürün olarak adlandırılan ürünlerin dünyada yüzde 98'i mısır, soya, pamuk ve kanola bitkilerinden oluşmakta ve biz zaten bu yönetmelikten önce de yağ ve yem açığı nedeniyle bunları kullanıyorduk. O yüzden önemli olan bizim bir an önce desteklemelerle soya ve mısır açığımızın giderilmesi yönünde politikalar oluşturmamızdır" dedi.
Çiftçi, mevcut yönetmeliğin bu nedenle hukuki dayanaktan yoksun olduğu iddiasını vurgulayarak, yönetmeliğin bu gerekçeyle iptali için yasal yollara başvurmak üzere oda olarak çalışmalarını sürdürdüklerini sözlerine ekledi.


ÜRETİCİ KÖYLÜLER GDO'YA NEDEN KARŞI
- Köylüler, yeniden ekilmek üzere ürününden tohumluğu ayırabiliyor ve saklayabiliyordu. Yönetmelikle sayıları 10'u bulmayan tohum şirketlerine tohumları patentleme izni veriliyor.
- ABD'deki GDO'lu tohumların başını çeken soya tohumunun ortalama fiyatı 2006-2008 arasında yüzde 50'den daha fazla arttı. Dolayısıyla tohum fiyatlarının ucuzlayacağı doğru değil.
- ABD üniversiteleri, genetiği değiştirilmiş soyanın diğer soyalara göre yüzde 5,3 daha az verimli olduğunu tespit etti. Bu sonuçlardan da anlaşılacağı gibi GDO'lu tohumlarla yapılacak üretim, verimliliği artırmayacak.
- Tohum iyi bir toprak ile buluştuğunda sağlıklı gelişebilir. Ancak GDO'lu ürünler topraktaki canlılara zarar verdiği için verim kaybına neden olur.

Kaynak: Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu


YÖNETMELİKTE HANGİ MADDE NASIL ELEŞTİRİLİYOR
1- Madde 5/2: "İthal edilen, üretilen veya dağıtımı yapılan GDO'lu gıda veya yemin çevre, insan veya hayvan sağlığı açısından olumsuzluğu tespit edildiğinde, gıda veya yem işletmecisi sağlığı ve çevreyi korumak amacıyla gerekli tedbirleri almak, bakanlığı, diğer ilgili mercileri ve tüketicileri acilen bilgilendirmek ve söz konusu gıda veya yemi, piyasadan geri çekmek zorundadır."

Bu konuda şirketlerin samimi davranmayacağı endişesi var. Herhangi bir şirketin kendi üretimi gıda veya yem için olumsuz görüşü bakanlığa ileteceği yönündeki madde GDO karşıtlarına güven vermiyor.

2- Madde 5/3: "GDO'lu ürünlerin, bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleri ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaktır."

Sağlık uzmanlarına göre bu madde GDO'nun zararının itirafı gibi. Bebek ve küçük çocuklara zararlı olan bir durumun yetişkinlere neden zarar vermeyeceği sık sorulan sorulardan. Bu konuda özellikle hamilelere vereceği zararla ilgili bir netlik yok.

3- Madde 5/7: "Gıda veya yemin yüzde 0,5'ten fazla izin verilmeyen GDO içermesi halinde ithalatına, işlenmesine, nakline, dağıtımına ve satışına izin verilmez."

Buradaki temel itiraz şu; insan veya çevre sağlığına zararlı bir ürünün küçük miktarlarda olması onun sakıncalı olmadığı anlamına gelmez. Dolayısıyla bu madde de alenen zararlılık itirafı anlamına geliyor.

4- Madde 5/8: "GDO'suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO'suz olduğuna dair ifadeler bulunamaz."
Yönetmeliğin belki de en çok şimşekleri üstüne çeken uygulaması. Çünkü ürünün GDO'suz olduğuna dair etiketleme yöntemi Avrupa ülkelerinde de giderek yaygınlaşıyor. Fransa, Almanya ve Avusturya'da bu uygulamalar var.


GDO tartışması domates ve biber satışlarını % 40 düşürdü
Genetik değişikliğe uğramış ürünlerle ilgili Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nın çıkardığı yönetmelik sonrası kamuoyunda başlayan tartışmaların domates ve biberde satışları 1 haftada yüzde 40 düşürdüğü iddia edildi. Sera Yatırımcıları ve Üreticileri Birliği Başkanı Hasan Şentürk, tüketicinin kafasının karıştığını, GDO ile hiç ilgisi bulunmayan sebzelerden bile uzak durmaya başlandığını belirtti. Sebzede GDO'lu üretime ihtiyaç olmadığını, böyle bir çalışma da bulunmadığını dile getiren Şentürk, bu konuda Tarım Bakanlığı'nın tüketiciyi aydınlatmasını beklediklerini kaydetti. AA

http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=132245&KOS_KOD=5

5 Kasım 2009 Perşembe